18 Tem 2025

BEN ALLAH’IN ÇİÇEĞİYİM

Dizlerim beni taşımadığında,

Bedenim dünyaya katlanamadığında,

Acıdan yanıp kavrulduğumda,

Düştüğüm yerde secde ettim.

Allah tuttu kaldırdı.

Şefkatle yatağıma yatırdı.

Sevdi, öptü, kokladı.


Allah diye yine ayağa kalktım.

Ben Allah’ın çiçeğiyim.

Çünkü o bana zaten,

en başından beri çiçeğim dedi.

Ben utanıp saklandım.

Ama artık anladım.


“Allah’ın çiçeği” öyle bir sıfattır ki, parfümle değil secdeyle kokar.

Toprakta büyür, ama gökyüzüne bakar.

Kimseyi eğlendirmez, sadece Rabbine yönelir.

Ve çiçek olduğunu başkasından değil,

Allah’ın sesinden duyar.


Allah birine çiçeğim der de

O çiçek bütün ömrünce, gerçekten de

İnsanlardan hırpalanıp

Dev bir kalbin elleriyle korunmuşsa,

Susulmaz.





Film Eleştirisi: The Age of Adaline — Bir Derinliğe Cesaret Edememe Hikayesi

"The Age of Adaline" ilk bakışta derinlikli, felsefi, hatta ruhsal katmanlara uzanabilecek bir anlatının vaadini verir. Zamana direnç, ölümsüzlük, yalnızlık ve aşkla sınav gibi temalarla bezenmiş bu film, izleyicisine "Bir şey diyecek gibi yapar" ama nihayetinde, o şeyi hiç demeden geri çekilir.


Yüzeyde Parlayan, Derinlikten Kaçan Bir Hikâye Adaline'in ölümsüzlüğü, trajik ve felsefi bir mesele olarak önüne konur: Zaman akarken bir kadın aynı kalır. Bu, Mevlana'dan Virginia Woolf'a kadar pek çok ruhsal ve edebi kapının anahtarı olabilir. Ama film bu kapıların hiçbirini açmaz. Sadece görüntülerle o kapıların önünden "geçer".


Adaline'in ruhsal yolculuğu yerine, bize süslenmiş bir kabuk sunulur. Onun iç sesine, inancına, Tanrı'yla (ya da zamana, sonsuzluğa dair) bağlantısına dair bir şey göremeyiz. Zaman onun için sadece "bir bela"dır, bir anlam değil. Bu yüzden de anlatı, derinlik kazanmadan biter.


Kostüm Var, Kalp Yok

Filmin görsel dili güzeldir. Dönem kostümleri, retro atmosfer, içten içe merak uyandıran anlatıcı sesi... Ancak tıpkı rüyada gibi hissettiren bu şeylerin altı boş bırakılmıştır.


Adaline kaçar. Kendinden, gerçekten, insanların kalbinden... Hatta belki Allah'tan. Ve film bu kaçışı sanki zarif bir bağımsızlık gibi sunar. Oysa insan yaşayarak, bağlanarak büyür. Adaline, yaşamayıp sadece oradan oraya kaçıp durur. Bu sırada var olmayı da unutur, çünkü durup kendi varlığına bakacak cesareti yoktur. Ruhsuz bir zarafet, izleyicide sadece göz bünyesinde bir iz bırakır; kalpte değil.


Aşk, Kurtarıcı Olarak Pazarlanıyor Bir erkek gelir ve her şey düzelir! Adaline'in senelerce kaçtığı kaderi, aşıkla bir anda anlamlanır. Ama burada da ciddi bir eksiklik vardır: Aşık, bir "ayna" değil; sadece bir teselli aracı gibidir. Oysa gerçek aşk, seni kendine döndürür; seninle birlikte Allah'a yaklaştır. Bu aşk, kıl payı yüzeyde bir tensel tutkulu buluşma olmaktan öteye gitmez. Bu nedenle de ruhsal dönüşüm yaratmaz.


Son Söz: Bir Ezan Duyulmadan Geçen Film "The Age of Adaline" bir ezan gibidir, ama ne duyan vardır ne de çağıranın yüreğiyle okuduğu. Çağrı var, cevap yok. Tema var, derinlik yok. Göz var, kalp yok. Sadece izlenmiş bir film değil bu; kaçırılmış bir ruhsal fırsattır. Filmi hem yapanlar hem de izleyenler için.


Puan: 10 üzerinden 5 Sinematografi: ✓

Duygu: ✗

Derinlik: ✗

Ruh: ✗


"Bir şey diyecekmiş gibi yapıp uzun uzun sustu."



Ezanın Ruhunu Kim Koşturuyor?

Ezan okunuyor ama çağrı duyulmuyor...

Bir akşam vakti.

Güneş yavaşça çekilirken, semayı narin bir turuncu örterken...

Birden o ses yükseliyor:

“Allahu Ekber… Allahu Ekber…”


Ama bu kez bir tuhaf.

Sanki biri mikrofona aceleyle bastı.

Sanki hoca değil de, ezanı yetiştirmekle görevli bir memur sesleniyor.

Koşar adım, ezanı bitirmeye çalışan bir telaş.


Ve ister istemez insanın içine bir soru düşüyor:

Bu bir çağrı mıydı, yoksa görev icabı yapılmış bir bildiri mi?


Oysa ezan, İslam’ın kalp hizasında duran sesidir.

Sadece kulağa değil, ruha hitap eder.

Her “Allahu Ekber” dediğinde, “Ey kulum, bırak dünyayı, bana dön” der.

Ama o çağrıyı yapanın kendisi bu dönüşten uzaksa, ne hissedilir ki?


Ezan, bir davettir.

Ama davet, davet edenin ruhundan geçmeyince, yalnızca ses olur.

Ses var, çağrı yok.

Harf var, mana yok.

Davet var, samimiyet yok.


Bu bir eleştiri değil, bir gözlem.

İnsanlar neden camilere akın etmiyor artık diye düşünüyorsak,

belki de önce nasıl çağırdığımıza bakmalıyız.


Zira camiye gelen insan, önce çağrıldığını hissetmeli.

Bir aceleyle değil, bir içtenlikle.

Bir görev hissiyle değil, bir aşk hissiyle.


Çünkü ezan sadece bir duyuru değil;

Allah’ın “Gel” deyişidir.


Ve Allah çağırıyorsa,

Çağıran ses de O’nun güzelliğini taşımalıdır.


ALLAH SEVGİDİR


Allah'tan başka gidecek yer yok, çünkü O zaten seninleydi.

Sen öldüm sanırken, O seni yeniden yazıyordu.

Sen bittim sanırken, O seni başlatıyordu.

Sen kayboldum sanırken,

O seni avucunda tutuyordu.


Ve bunları yaparken sana bağırmıyordu.

Seni azarlamıyordu.

Varlığını başına kakmıyordu.

Sessizce seviyordu.

Çünkü, Allah kendisine hür iradeyle gelinmesini ister.

Ama, bu geliş sözde olmaz.

Gösteriş için geleni kabul etmez.

Mış gibi yapanı istemez.

Kendisine sonsuz güveneni ve tam yaslananı ister.

Teslim olanı sever.

Arınanı, temizleneni, ruhuyla geleni kucaklar.

O öyle bir Allah'tır ki...

Bir ömür başka yollara sapıp

Bir gün yalnızca içinden 'Allah...' desen...

Gel ey kulum.

Ben zaten buradayım der.






Işığın Gerçek Kaynağı Kimdi?

Bazı çağrılar çok parlak görünür.

Altına yüzlerce yorum atılır, kalp emojileri, “katılıyorum” sözleri, birlik mesajları…

Ama o kalabalığın ortasında bile insan yalnız hissedebilir.

Çünkü bazen “ışık” denir ama Allah’ın adı sadece uzaktan anılır.

Bazen “sözleşmeye dönüş” denir ama o söz, kul ile Rabbi arasındaki en mahrem andır.

Pazarlanacak değil, yaşanacak bir hakikattir.


Allah birini çağırdığında, bu genellikle bir reklam görseliyle olmaz.

O, kulunu yıllarca hazırlar…

Düşe kalka, yara bereyle, hayal kırıklıklarıyla, umut kırıntılarıyla, kalp sızılarıyla…

Ve bir gün, bir odada, tek başına, kimsenin duymadığı bir anda

kula şöyle seslenir:

“Ben seninleydim, sen beni unutsan da ben seni hiç unutmadım.”


İşte gerçek çağrı budur.

O çağrı bir ses değildir sadece, bir hâl olur.

Seni secdeye çağırır.

Bir reklam değil, bir iç sarsılış olur.

Biri “ışığını hatırla” demez sana,

Sen zaten hatırlamadan duramazsın.

Çünkü ışık, artık senin içinden taşmaktadır.


Allah, parolayla değil, sevgiyle çağırır.

Toplulukla değil, tek tek.

Gürültüyle değil, kalbinin en sessiz yerinden.

Ve birini çağırdıysa, artık hiçbir sistemin, hiçbir grubun, hiçbir yönlendirmenin gücü yetmez.


Gerçek Bezmi Elest, insanların değil, Allah’ın seni bulduğu an yeniden başlar.

Ve sen “Evet, şahidim Ya Rab…” dediğinde, başka hiçbir onaya gerek kalmaz.


Unutulan Ahlak, Satılan İnsanlık: Modern Erkeklik Çıkmazı

Modern dünyanın "erkek" figürü, ne yazık ki çoğu zaman ahlaki bir inşa değil, dünyevi bir çöküş üzerinden tanımlanıyor. Bugün birçok erkeğin taşıdığı kimlik, ne Allah’a kul olmanın izini taşıyor ne de peygamber ahlakının bir yansıması. Güç, para ve kontrol saplantısıyla yoğrulan bu yeni erkeklik anlayışı; sevgisiz, merhametsiz, kibirli ve yüzleşmeden uzak bir varoluşa dönüştü.

Paraya tapan, parayı putlaştıran, onu elde ettiğinde kendini neredeyse Tanrı gibi gören bir anlayış... Oysa Kur’an’da açıkça uyarılır insan:

"Hayır! Doğrusu insan, kendini müstağni gördüğü için azgınlaşır." (Alak, 6-7)

Bu kibir, sadece Allah’la olan bağı koparmıyor; aileyi, toplumu, kadını ve çocuğu da yaralıyor. Sevgi, şefkat, merhamet gibi Allah’ın Rahmân ve Vedûd isimlerinden bize emanet edilmiş hasletler, yerini öfkeye, şiddete, alkolle, maddeyle bastırılan sorumluluk korkusuna bırakıyor. Öfke krizleri, küfür, şiddet... Normalleştirilmiş, hatta erkeksi bulunmuş. Peki bu mudur erkeklik?

Oysa Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur:

"Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı olanınızdır. Ben de aileme karşı en hayırlı olanınızım." (Tirmizi, Menâkıb, 63)

Modern erkeğin bunu kendine kıstas alması beklenirken, aksine evine sadece ekmek getirdiği için neredeyse kutsanmayı hak ettiğine inanması, ilahi ölçülerle değil, materyalist bir ego ile yaşadığını gösteriyor.

Kadını küçümseyen, çocuğu sahiplenmeyen, hayvana bile şiddet uygulamaktan çekinmeyen bir sistemin içindeyiz. Ve en kötüsü, bu sistemin erkekleri asla kendileriyle yüzleştirmemesi. Çünkü yüzleşmek, acıtır. Ama insanı dönüştürür de. Yüzleşmeyen erkek, büyümez. Sadece yaşlanır.

Kur’an’da insanın yaratılış gayesi çok net ifade edilir:

"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 56)

Ama bu kulluk, sadece namazla değil; ahlakla, şefkatle, empatiyle, sorumlulukla yaşanır. Kibirle değil, tevazuyla; şiddetle değil, sabırla; nefretle değil, rahmetle.

Bu yazı bir nefret söylemi değil. Aksine bir çağrı:

Ey modern erkek! Kendine gel. Kime kulluk ettiğini hatırla. Ailen, eşin, çocuğun; senden sadece para değil, kalp istiyor. Sevgi istiyor. Ahlak istiyor. Ve senin önce insan, sonra adam, en sonunda kul olduğunu hatırlamanı istiyor.

Çünkü erkek olmak doğuştan, adam olmak seçimden, kul olmak ise teslimiyetten geçer.

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *