Bir akşam vakti.
Güneş yavaşça çekilirken, semayı narin bir turuncu örterken...
Birden o ses yükseliyor:
“Allahu Ekber… Allahu Ekber…”
Ama bu kez bir tuhaf.
Sanki biri mikrofona aceleyle bastı.
Sanki hoca değil de, ezanı yetiştirmekle görevli bir memur sesleniyor.
Koşar adım, ezanı bitirmeye çalışan bir telaş.
Ve ister istemez insanın içine bir soru düşüyor:
Bu bir çağrı mıydı, yoksa görev icabı yapılmış bir bildiri mi?
Oysa ezan, İslam’ın kalp hizasında duran sesidir.
Sadece kulağa değil, ruha hitap eder.
Her “Allahu Ekber” dediğinde, “Ey kulum, bırak dünyayı, bana dön” der.
Ama o çağrıyı yapanın kendisi bu dönüşten uzaksa, ne hissedilir ki?
Ezan, bir davettir.
Ama davet, davet edenin ruhundan geçmeyince, yalnızca ses olur.
Ses var, çağrı yok.
Harf var, mana yok.
Davet var, samimiyet yok.
Bu bir eleştiri değil, bir gözlem.
İnsanlar neden camilere akın etmiyor artık diye düşünüyorsak,
belki de önce nasıl çağırdığımıza bakmalıyız.
Zira camiye gelen insan, önce çağrıldığını hissetmeli.
Bir aceleyle değil, bir içtenlikle.
Bir görev hissiyle değil, bir aşk hissiyle.
Çünkü ezan sadece bir duyuru değil;
Allah’ın “Gel” deyişidir.
Ve Allah çağırıyorsa,
Çağıran ses de O’nun güzelliğini taşımalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.