O günü hiç unutmuyorum. Aslında sıradan
bir pazartesi günüydü. Sıradan bir öğle arası. Ama sıradan bir öğle sonrası
değil.
Sınıfa gelip ders anlatmayan, anlatmadığı
gibi bütün öğrencilerine yüksekten bakan tuhaf bir adamdı o. Bizi aşağılamaktan
garip bir zevk alırdı. Arkadaşlarım korkardı ondan. Benimse henüz insanlardan
korkmadığım günlerdi. Bir gün karşısına dikildim, gözlerinin içine baka baka:
- Size soru sormamıza bile
izin vermiyorsunuz. Hepimizi çeşitli sebeplerle aşağılıyorsunuz. Sonra yazılıdan
düşük not alınca bir de bu yüzden aşağılıyorsunuz. Siz nasıl öğretmensiniz?”
dedim. Yine alaycı alaycı güldü. Eminim ki 32 öğrenci hepimiz boğmak istedik onu
o anda.
- Sana ne oluyor ki?
dedi. Senin notların hep yüksek. Notundan rahatsız olan varsa bırak da kendi
söylesin.
İşe yaramaz bir
tartışma yaşadık. O bildiğini okumaya devam etti, biz ona kızmaya devam ettik. Matematik derslerine girmez oldum o günden sonra. Doğruydu. Notundan ve
durumundan rahatsız olanlar kendileri konuşmalıydı. Benim için bir yandan
doldurulup bir yandan boşaltılan havuzlar, yaşları toplamı x eden y ve z’ler, aynı
anda farklı yönden birbirine doğru hareket eden araçlar, çarpımları
toplamlarına bölününce elde edilen sonuç, farkına eşit olan sayıları bulmak
problem değildi. Evde ders çalışabilecek sessiz bir yer bulamamak problemdi.
Geceleri kitap okuyabilmek için 4 kızkardeş kaldığımız odanın ışığını
kapatmasın diye ablaya yalvarmak, her sabah ağlayan bir anne sesine uyanmak
problemdi. Parasızlıktan okul gezilerine gidememek, kitap satın alamamak, eften
püften sebeplerden dayak yemek problemdi evet. Ama sayılar değil.
Matematik derslerini asmaya başladığımda,
ilk zamanlar amaçsızca dolanıyordum şehirde. Okulun tam karşısındaki pasaja
girmek aklıma bile gelmiyordu. Sonra bir pazartesi öğleden sonrası neden
olduğunu gerçekten bilmeyerek o pasaja girdim. Görünürde içerde sadece
çiçekçiler ve camcılar vardı. Biraz yürüdükten sonra, soldaki bir kapının önünde küçük bir dolaba dizili kitaplar gördüm. Kitaplar beni
daima yolumdan alıkoyabilecek şeylerdir. Durdum. Sonra önünde durduğum dükkanın
bir sahaf olduğunu fark ettim. Bir sahaf evet, bir kitapçı değil. Bakar bakmaz
anladım bunu. Bomboş olmasından, asil halinden. İçerde dükkanın sahibi olduğunu
anladığım adamın önündeki kitaba dalıp gitmiş olmasından anladım.
Bağımlılıklar nasıl başlar biliyor
musunuz? Ben o gün öğrendim. Size kaçmaya en çok ihtiyacınız olduğu sırada
kaçış yönünü gösteren ve bir sığınak sağlayan şey her neyse, onu ilk
duyumsadığınız anda esiri olursunuz. Ben o eşikten içeri ilk adımımı attığım
sırada artık dönüşü olmayan bir bağımlılığın esiri olmuştum. Bu küçük dükkanın
öyle bir kokusu vardı ki, öncesiyle sonrasını, acısıyla tatlısını, gerçeğiyle
sahtesini, her şeyi aynı anda hissettiriyordu. Sizin hiç kimseye vermemiş
olduğunuz bir sırrınızla karşılıyordu sizi. Susan bir acı çekiyordu bu dükkan.
Dışarıda hızla akan hayatın aksine, hiç acelesi yoktu. İçine girdiğiniz andan
itibaren de, artık acelesi olmayan sizdiniz.
Kitapların kokusundan bahsetmiyorum.
Dükkanın kokusundan bahsediyorum. Öyle çok şeyin kokusu vardı ki, içlerinden
seçemeyeceğiniz tek koku kitap kokusuydu üstelik. Her fırsatta gitmeye
başladım. Satın alamadığım zamanlarda ayak üstü kitaplar bitirdim o dükkanda.
Okuyor olduğum kitabı kimse almasın diye rafların en arkalarına saklardım.
Adının Hamza bey olduğunu sonraları öğrendiğim dünyanın muhtemelen en bilgili
ve alçakgönüllü insanı bu küçük kurnazlığımı görür ama ses çıkarmazdı. Zamanla,
okuduğum kitabı saklamama bile gerek kalmadan satılmayacağından emin bir halde
ayrılmaya başladım oradan.
Ayrılmayı hiç istemezdim oysa. Kapıdan
çıkar çıkmaz bir masal ülkesini ardımda bırakıyormuşum da canavarların arasına
karışıyormuşum gibi gelirdi. Okul, ev, sokaklar, toplu taşıma araçları
canavarlarla doluydu. Etraf bilindik şeyler kokardı. Ya baharat, ya çorap, ya
çiçek, ya toprak. Hiçbirini o dükkanın kokusunu sevdiğim kadar sevmiyordum.
Bastırılmış, üstü kapatılmış bir şey kokuyordu orada. Güzel desem değil,
lezzetli desem değil, ama her defasında karşı koyulmaz şekilde kendine
çekiyordu işte. Artık okumaktan, sadece orada zevk alır hale gelmiştim. Boş
dersler, matematik dersleri, okul sonrası saatleri, kaçabildiğim her defasında
tatil günleri, soluğu orada alıyordum. Arkadaşlarımla aram açılmıştı.
Umursamıyordum.
Soylu bir adam ya da kadın gibiydi o
dükkan. İçindeki sayısız kitaba ve yazara layık bir ev sahibiydi. Belki de bu
yüzden en keskin kokan şey türk kahvesiydi. Benim ona bağımlı olduğum gibi, o
da kahveye bağımlı diye düşünürdüm. Kaynağını hala çözemediğim bir gül suyu
kokusu çalardı burnuma. Ara sıra bir hastane koridoru soğuğu. Bazen, Hamza
bey’in küçük tahta masasının üzerinde açık bırakılmış bir kitabın kendine has
kokusu. Deniz diyorsa deniz, orman diyorsa orman, insan diyorsa insan. Okumadan
bilirdim o kitapta ne yazdığını. Bazen unutmak istenen acı hatıralardan geriye
kalan kan kokusu, bazen etraftaki çiçekçilerden içeriye dolan çiçek kokuları,
bazen sadece sessizlik.
Bir kişiliği vardı o dükkanın. Bir duruşu.
Hayata karşı bir bakış açısı. Tarafını tutmuştu ve var gücüyle çalşıyordu.
Kitap satma işini para kazanmak için yapmayan zamanın çok gerisinden gelmiş bir
adamın benimle paylaşma lütfunda bulunduğu muazzam bir cazibesi. Bunu içime
çekerdim en çok. Para için her şeyini kaybetmeye hazır sayısız insanın içinde,
kitaplara saygı duyan ve saygı duyacak olanlarla ilgilenen, masallardan çıkmış
bir bilgenin varlığını çekerdim içime.
Her şeyi öğrenme arzusuyla dolup taşardım.
Her şeyi. En yakın görünen şeyden en uzak olanına kadar. Durmak bilmezdim. Tabii
kitap sayfalarından büyülü bir şekilde ruhuma dolan sözcüklerin gerçek yaşamı
yansıtmaktan çok uzak olduğunu bilseydim, dururdum. Bilmem gerekenden daha
fazlasını öğrenmeye başladığımda, dünyaya olan ilgimi kaybetmemin sebebinin bu
olduğunu anlayabilseydim de dururdum. Ama durmadım.
Hep sararmış yaprakları olan kitapları
seçerdim. Üstünde notlar yazılı olanları. Bir doğum günü armağanı, bir
öğretmenden öğrencisine küçük bir jest, sevgili hatırası, herhangi bir anlam.
Geçmişi olan kitaplar her zaman daha değerliydi ve hep daha güzel kokarlardı.
Hele, birinin içinde kurutulmuş bir çiçek bulduğum zamanlar, bütün o
yaşananların bir tanığı da benmişim gibi gelirdi. Geçmişin kokusuydu belki de o
sahaf dükkanının bende tutku oluşturmasına neden olan. En kötü şeyleri bile
güzel güzel anlatmasıydı belki de. Daha küçücük bir çocuk olan zeze’nin,
felaketlerle dolu yaşamına ağlamak yerine gıpta etmemin sebebi de buydu belki.
Yapamıyordum. Artık, o dükkandan başka bir yerde kitap okuyamıyordum. Mutsuz
oluyordum. Kitaba dalıp gidemiyor, sevgilimi aldatıyormuşum hissine kapılıp
soluğu orada alıyordum. Suç ve ceza’yı değil, oradaki suç ve ceza’yı
seviyordum. Sefiller’i değil, oradakini. Orada olan, üstüne o dükkanın kokusu
sinmiş olan insancıklar’ı. Anna karenina o dükkanda ağlıyorsa, o zaman onu.
Feliks henriette’yi o dükkanda seviyorsa ve henriette o dükkanda ölüyorsa
gerçekti aşkları.
Birçok sahafa girip çıktım. Hepsinde o dükkana
girdiğim ilk anda üstüme sinen sarhoşluğu bulmak istedim. Onlarda değil, artık
kendiminkinde de bulamaz noktaya geldiğimde, gereğinden çok fazla şey öğrenmiş
olduğumu fark ettim. Beni kimsenin kandıramaz, inandıramaz olduğu noktaya
gelene dek durmamış olduğumu fark ettim. Aslında ortada, değişen hiçbir şey
yok. Dükkan da, Hamza bey de, kitapların hepsi de yerli yerinde. Hala türk
kahvesi, hala gül suyu, hala çiçek ve biraz da hastane koridoru kokuyor. Ama
sarhoş etmiyor.
Değişen bir şeyler varsa eğer, mutlaka
bende var. Ömer Seyfettin’in hikayesindeki ev sahibesi gibi hissediyorum
kendimi. Yüksek ökçelerle geziyorum evimde. Beni kandıramayacaklarından adım
gibi emin olduğumdan, gelirken maskelerini takmaları için fırsat verecek kadar
ses çıkarıyorum. Göreceğim şeyden korkmadan giriyorum mutfağa. Gördüğüme
inanmış gibi yapıyorum. Hatta ne yalan söyleyeyim zamanla gerçekten inanmaya
bile başladım…
çok güzel yazmışsın gerçekten yaşanmış mı ve böyle bir yer var mı,ya da böyle bir sahaf
YanıtlaSilTeşekkür ederim, beğendiğinize sevindim. Bu yazıyı üniversite son sınıfta yazmıştım. Yaratıcı Yazarlık dersi için. Hayatımızda iz bırakan bir kokuyu anlatmamız istenmişti. Yani gerçek ve evet böyle bir sahaf var.
SilNe güzel duygularla anlatılmış bir sahaf dükkanı.Kıskanmamak elde değil.Öğle yaşam koşullarında sığınılacak en güzel yer ve ortam yaşadığın yerde böyle bir sahafın olması ne büyük bir şans bence
YanıtlaSilEvet, gerçekten bir şanstı benim için o dükkan. Teşekkür ederim, bu yazıyı yazdığım gün ilk sana okumuştum tüm yazılarım gibi :) Sonra sınıfa sunmuştum. Görüşlerin değerli. Sevgilerimle.
Sil''Geçmişi olan kitaplar her zaman daha değerliydi ve hep daha güzel kokarlardı.''
YanıtlaSil