Düş
başladı. Solgun leylak demetleri silkelendi usul usul. Üzerlerinden saydam
yağmur damlaları sıçradı etrafa. Zarafeti suya düşmüş pek yalnız bir gül içini
çekti. Kanımı çekti. Hep dikenini sevmişler onun, kendisine paye veren olmamış.
Öyle söyledi. Uzattı, uzandım aldım yasını. Tuttum bir süre.
Milattan önce diri diri toprağa gömülmüş bir kız çocuğu başını çıkardı yerden. O böyle yapınca trafiği kitledi bir süre. Kan çanağı olmuş gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü yanaklarına. Özlemli bir anne bekledi anladığım kadarıyla. Beklediği gelmedi. Yürüdü gitti en haksızlığa uğramış ayaklarıyla. Ölüme çırpınmasın diye kördüğüm attıkları bileklerini, yüzyıllık yağmurlarda çürüğe çıkan çocuk bedenini de aldı gitti.
Milattan önce diri diri toprağa gömülmüş bir kız çocuğu başını çıkardı yerden. O böyle yapınca trafiği kitledi bir süre. Kan çanağı olmuş gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü yanaklarına. Özlemli bir anne bekledi anladığım kadarıyla. Beklediği gelmedi. Yürüdü gitti en haksızlığa uğramış ayaklarıyla. Ölüme çırpınmasın diye kördüğüm attıkları bileklerini, yüzyıllık yağmurlarda çürüğe çıkan çocuk bedenini de aldı gitti.
Bir
mayın patladı yapayalnızlıktan. Tarlasında ekin diye kollar, bacaklar boy
veren, kendi kanıyla beslenmiş gövdeler yürüyen, tenha sevmez bir mayın.
Yalnızlığı atlas gibi önümüze serilmiş zamanında. Olduğu yere gelişigüzel
bırakılmış, oysa ölmeyi değil hep yaşamayı sevmiş zavallı bir mayın patladı
yalnızlıktan.
Sonra sabahı yitik, akşamı ısrarcı, rakısı çok buzu yok bir adam önüne gelene sövdü. Dileyenin sırtından yaklaşıp kalbinden vurabileceği kadar temkinsizdi. Bir türkü geldi aklına o vakit. Öyle bir türkü ki, su olsa döküldüğü yerde ot bitmez. Ağaç olsa dallarına kuş konmaz. Bir türkü söyledi adam, -ben sözlerini anlamadım- Türkçe değil kaybetmişçe söyledi.
Sonra sabahı yitik, akşamı ısrarcı, rakısı çok buzu yok bir adam önüne gelene sövdü. Dileyenin sırtından yaklaşıp kalbinden vurabileceği kadar temkinsizdi. Bir türkü geldi aklına o vakit. Öyle bir türkü ki, su olsa döküldüğü yerde ot bitmez. Ağaç olsa dallarına kuş konmaz. Bir türkü söyledi adam, -ben sözlerini anlamadım- Türkçe değil kaybetmişçe söyledi.
Dönmedi ve hangi çocuğu beklediğini söylemedi inatçı atlıkarınca. Alçalışı yükselişi hep meydan okuyarak bir şeylere niyeyse. Bir çocuk var evet siz de tanırsınız onu. Ne vakit bir lunaparka gitse ışıklar sönmüş, ne vakit bakkala gönderseler veresiye yok, hiçbir çocukla çok arkadaş. O olmalı. Atlıkarıncanın beklediği çocuk o olmalı.
Aşık bir dalga umursamaz kıyıya vurdu. Oysa ne dalgakıranlar atlattı, ne lodoslar varana dek, ben biliyorum. “İşte bu yüzden bu kadar sevmek hiç doğru değil.” dedi haylaz balığın biri. Bilge martı bu sözleri onayladı sıçrayan balığı kapıp götürürken. “Bu kadar sevmek doğru değil”. Dalga boyun eğdi, anlar gibi baktı, gerçekten anladı mı bilinmez. Ama suları çekildi canı gibi sevdiği kıyılarından. Yine bir tek yaraları kaldı geriye.
Düş başladı, düş insanın doğayla hayvanca, sapkınca bir iştahla kucaklaştığı yere kadar sürdü. Gerçek olmaması için her şeyinizi fedaya hazır olduğunuz acı şeyler büyüttü sizi. Yeşil yandı. sizse geçmediniz, çünkü acılarınız geçmedi. Gölgeleriniz de geçmedi. Sırlarınız. Onlar da geçmediler.
Gecenin sarnıcına huzursuz kelimeler birikti. Alıngan bir çocuk indi semtin kirli sokaklarına. Rüyaya çürük bir pazar kuruldu. Küflü limon, bayat balık, terk edilmiş kadın koktu. Kalbin sergisi fena kalabalıktı. Günü geçmiş bütün aşkların alıcısı çıktı, aşkın tüccarı yalnızlığı aldı koynuna.
Mavi mavi yudumlanmış bir kadeh daha boşaldı. Vakit geç, herkes uykuda. Başını kollarının arasına almış ukalaca yalnız bir adam, buzu tükenmiş. Hayata oynayacağı kozu tükenmiş. Kalkıp devam edeceği yüzü tükenmiş. Özleyeni var onun, çağıranı yok. Şöyle bir iç çekti sebebini bilmeden. Soluk borusundan nefes değil anason geçti.
Çakılla kum birleşti ondan sonra. Gökkuşağının yedi rengi yatıya geldi. Toprak yağmur yağmur koktu. Esenler dindi. Köpürenler duruldu. Bir buluta vurgun yemişim meğer. Taktım takıştırdım. Sürdüm sürüştürdüm. Aşka kesildim.
Bütün hayatını başkalarının çöplerini toplamakla geçirmiş öfkeli bir el kavradı süpürgenin sapını. Bir şeyler düşündü, mırıldandı sonra düşündüklerini. Duyduklarımdansa gördüklerimi anlatmayı yeğlerim. Birtakım kederliler uzun uzun seyretti adamı. Başının üstünden bir buzul ülkesi soğuğu geçti. Yüreğine değmedi neyse ki. Sonra yavan bir gülüş. Ona kendine bakması için bir ayna uzattılar. Aldı ve baktı. Ve aynayı ters çevirip yere bıraktı. Sonra yine sustu bir bin yıl konuşmuş da yorulmuş gibi. Ağır ağır süpürmeye koyuldu.
Ölü bir tinerci ayaklandı geceden. Ceketini silkeleyip yürümeye koyuldu. Parça parça olup kaldırıma saçılan o değildi sanki. Bir güzel rol yapıyordu. Sanki gece sarhoştu. Biraz sülfür yanığı biraz eski mazottu. Hiç yalpalamadan, dosdoğru yürüyordu. Basbayağı yaşıyordu. İnanmadım dersem yalan olur. Çılgınca alkışladım hatta şapka çıkardım.
Umduklarıyla değil bulduklarıyla sevinen bir misafir gibi ayaklandınız daha karpuz keseceği aşikar ev sahiplerinin yüreğinden. Dünyadaki en kolay şeyin insanı sevmek olduğunu biliyordunuz çünkü. Hayır yanlış görmüyorsunuz, düpedüz ayaktasınız. İçinin en ayıplı yerlerine kutlu olsun kınası yakmış hasımlarınızın düşman beldelerindeki tavşan uykular yüzünden, sırf bu yüzden böyle kına kokmaktasınız. Yanlış anlamadınız, her şey insanlar içinse nefret de öyle.
Derken düş parçalandı. Sizin düşünüz, bizim düşümüz ne önemi var? Hem yere düşen bir vazo gibi değil, 7. kattan aşağı atılan bir bebek gibi parçalandı. İç acılar toplamı bir tek keder etmeyen kaderler parçaladı düşü. Toplamak istediysem de kıpırdayamadım yerimden. Düştü, çünkü onu bacağından vurdular.
Sonra bitti. Şiddetli bir kapı çarpma sesi işitildi. Çok ama çok büyük bir taş düştü gökten. Toz şahlandı. Parmak kadar bir serçe can çekişe çekişe öldü. Başı kim bilir hangi sokak kedisinin ağzında geziyordu. Birileri iç çekti. Ruju ruhuna bulaşmış metal bir kadın hıçkırdı. Dilini kendi gözyaşında gezdirdi. Tuzun tadı, rujun tadına karıştı. Ağlamanın ıslaklığı kapladı dört bir yanı. Bulutsuz yağdı. Olsun.
Ama belki bir bulut. İşi gücü hüzün dökmek olan beyaz bir yağmur bulutu. Her gece aynı hasretle göğe bakamamaktan, çok yoruldum çünkü. Kökümle, gövdemle, dallarımla ve yapraklarımla hep onu beklemekten, nafile parlamaktan yoruldum. Ne biliyorsam anlattım. Siz yaşadıkça da anlatırım.
Hadi şimdi gidin ve uyuyun insan olanlar. Devam edin uykuda yerle bir etmeye dünyanızı. Yağmanızı bölmeyin, uyuyun. Uyuyun Allah aşkına, daha sabah olmadı. Uyuyun rica ederim, hiç sabah olmayacak.
Nostaljik Pazartesi Etkinliği'nde
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder