(1 yıl önce kaleme aldığım özel bir yazım...)
Ankara bu kış kar görmedi. Ne güzel. Artık kar yağmasın diye dua etmiyorum. Ama yine de iyi ki kar yağmadı. İyi ki kim bilir nerede, başını sokacak bir dam bulma telaşıyla ve yalnızlığının verdiği acıyla genç bir kız ağlamadı. İyi ki birileri çaresizce üşümedi. Kardan nefret etmedi birileri, iyi ki.
Sığındığım dört duvarın dört yanı çok yabancısı olduğum
kötülüklerle, çirkinliklerle doluydu üstelik. İncesu’da, adına yaşam kavgası
denen savaşın göbeğine bırakılmış, değil dünyayı daha kendini tanımayan
biriydim. Büyük aşıklar gibi iç içe geçmiş ve her biri bir diğerinin en mahrem
hikayesini bilen gecekondularla çevrilmiştim. Bütün zorluklara rağmen bu
ülkenin en büyük okullarından birinde okumaya hak kazanmış ve ne umutlarla
yüksek öğrenim görmeye gelmiştim. Bir tek düşmanım var o da cehalet
zannediyordum. Yoksulluk, cehaleti doğuran ve besleyen biricik anneymiş meğer.
Kiminin kader dediği, kiminin bir şey demeden gülüp geçtiği, benimse
değiştiremediğim gibi yaşamaktan da kaçamadığım bir acılar zinciriyle ilk
dersimi ben Ankara’nın başlı başına başka bir dünya olan İncesu semtindeki
Cengiz Topel mahallesinden aldım.
Çarpık çurpuk dizilmiş, asık suratlı
gecekonduların arasında kullanılmayacak kadar kuytu bir köşede kalmış olan dört
duvarın ışık alan yegane kovuğuna kapı diye bir tahta çakmışlar. O sıra adı
gazetede kiralık ev diye geçen bu sığınağın tek talibi bendim inanın. 100 lira
kira ile, bu şehirdeki ilk amacı hayatta kalmak olan, hayatta kalabilirse de
okulunu bitirecek olan ben. Hiçbir şeysiz ve hiç kimsesiz olarak girdim içeri
dudağımda kudreti ne boyutta olursa olsun o anki korkularımı bastırmaya kafi
gelmeyen bir besmele ile. Daha şiddetli kavgalara, daha acımasız zamanlara,
hayatın tam ortasına girdiğimi nerden bilecektim…
Günlerimi ve gecelerimi içerde bulduğum tozdan
ve pislikten kapkara kesilmiş bir süngerin üstünde geçirdim. İşsizdim. Okulu
aksatmadan sürdürebileceğim bir iş arıyordum. Bulamıyordum. O zaman
anlamıyordum ama artık biliyorum. Muhtaç olduğunu insan denen iki ayaklı
canavara belli etmeyeceksin. Ölümün eşiğinde ve sadece birkaç saniye sonra o
eşiği geçecek kadar muhtaçsan bile. Akbabalar insanlardan daha masum artık
biliyorum.
Sonra, çok da seçme şansım olmadan, Bahçelievler’in en lüks kafelerinden birinin önündeki bir
arabada bardakta mısır satmaya başladım. İlk haftalığımı aldığım akşamı hiç
unutamam. İlk düşündüğüm şeyi de. Canımın istediği bir şeyler alıp yiyebilirdim
artık. O an bunu düşündüm ben. Elektriği, suyu, kirayı başka hiçbir şeyi değil
bunu. Açgözlülüğümden mi? Hayır. Ben o mısır arabasının başında geçirdiğim 8
ayın herhangi bir gününün herhangi bir anında ağzına bir tek mısır tanesi bile
koymamış bir insanım. Param eksilmesin, parasını ödemeden yiyeceğim şey de
haram lokma olmasın dedim. O günlerden birkaç yıl sonra tattım bardakta mısır
denen şeyi. Önümden giyinip süslenmiş birbirinden güzel kızlar geçerdi,
dudaklarında dünyanın bir cennet olduğuna yemin edebilecek kadar şen
kahkahalar. Kıskanırdım. Akşam olup da sığınağıma doğru yola koyulduğumda
gözlerimden yanaklarıma sicim gibi dökülen yaşlar, her biri beni anlam
veremeyen bakışlarla süzen ama size yemin ederim ki hiçbiri bir kez bile “Neyin
var neden ağlıyorsun?” demeyen insanlar, adım başı ışıkla donatılmış apaydınlık
bir kentte bula bula beni bulmuş olan tarifsiz koyu bir karanlık…
Kızılay’da inip de ikinci bir otobüse verecek
param olmadığı için gecekonduma giden yarım saatlik yolu her yürüdüğümde içimi
birazdan o bataklığa girecek olmanın ürpertisi kaplardı. Yol kenarına sıralanmış serserilerin aç
bakışları, hayasız sözleri altında olası bir saldırıda beni koruyacak kimsem
olmadığını bilmenin çaresizliğiyle hızlı hızlı yürürdüm. İncesu’da hayat akşam
8’den sonra erkeklerindi. İncesu’da akşam başladığı andan bittiği ana kadar
serserilerindi. Tinercilerin, ayyaşların, bir sigara için gırtlağınıza
çökebilecek tiryakilerindi. Ben o yolu tam iki yıl boyunca her akşam bir
öncekine nazaran daha büyük bir korkuyla ve daha hızlı adımlarla yürüdüm. Ben o
yolu asla bitmeyeceğini zannederek ve her bittiğinde biraz daha yorgun olarak
yürüdüm. Ben o yolu hiç yürümek
istemeyerek, hep mecbur adımlarla yürüdüm.
Biraz zaman geçip de elimde birkaç kuruş
kalmaya başladığında bir kısmını kendim alarak bir kısmını halime acıyan bazı
insanlardan temin ederek kötünün iyisi bir yaşam alanı oluşturdum kendime. 4
metrekarelik odamda artık bir yer yatağım, eski ahşap bir sehpam, 70 yaşında
bir teyzenin bana yoldaş olsun diye verdiği televizyonum ve tabii ki sayısı o
zamanlar 60’ı geçmeyen şimdiyse 300’ü bulan kitaplarım vardı. Çok ağlıyordum, doymuyordum,
üşüyordum ama yaşıyordum. Her gün biraz daha inatla, biraz daha hırsla
yaşıyordum. Üstünden yıllar geçmemiş
olsa yazabilir miyim bilmiyorum ama içimde hala bir parça utanç bir parça da
öfke var. Bu utanç benim değil biliyorum. Yine de kurtulamıyorum ondan. Hayat
adil değil. Kader denen şey silinip baştan yazılmıyor. Benim bütün kabahatim
hayatta kalmak için savaşmış olmamdır en fazla. Ama utanıyorum…
O her şeyi o gördü. Hem de her şeyi. Şu an karşımda
duruyor, tıpkı o ölüm sesleriyle iç içe yaşadığımız günlerde olduğu gibi
rengarenk aydınlatıyor odamı. Turuncuya çalan kırmızısı, inadına deniz mavisiyle,
ömrüme aralıksız hükmeden karanlığı tıpkı o günlerde olduğu gibi dağıtıyor. Son
nefesini vermek üzere, hissediyorum ama tıpkı o günlerde olduğu gibi mağrur,
dost, vefalı… Annem, babam, arkadaşım ve sevgilim… O her şeyi gördü.
Tuvaletinde böceklerin cirit attığı, tavandan
tabana sarkan örümcek ağlarının bazı bazı saçlarıma dolaştığı, ne kadar
temizlersem temizleyeyim muhtemelen orası benim değil o canlıların evi olduğu
için beş dakika sonra aynı sefil haline dönen pisliğiyle, ben o gecekonduda
böcek değil insan olduğumu yalnızca onun sesiyle anlardım. Pencereye perde diye
astığım çaputların arkasından gizli gizli, dumanı tüten evleri seyreder
ağlardım. Döner sorardım ona: Ben de bir ananın kuzusu değil miyim? Cevap
vermezdi. Ama şarkılar söylerdi. Bambaşka hayatlar gösterirdi beni güldürmek
için. İçinde olduğum her şeyden geçici de olsa çekip çıkarmak için bir sürü
insan sunardı bana. Tepeden bakmayan, bazen yaklaşan, bazen sanki doğrudan
benimle konuşan hatta teselli eden bir sürü insan. Susmasındı hiç. Bir felaket
bile anlatsa bana ninni gelirdi yeter ki anlatsındı…
Yoksulluk değil yalnızlık öldürüyordu beni. Bu
yüzden her gece, onu en renkli haliyle açık bırakıp sesini bir anne sesi
yüksekliğine getirir öyle uyurdum. Karanlığı ve sessizliği olanca gücüyle yırtardı
benim için. Sırtımı dönsem de duvara yansıyan renklerini ayrı ayrı seçer,
renklerin arasında o zamanlar büyük bir hayal gibi gelen sıcak evler düşlerdim.
Rüyasız uykulara dalardım sonra, sabahın ilk saatlerinde uykusuna doymamış
gözlerimle kavgaya karışmak için ayaklanacağımı bilerek. O gecekondudan onun
sesi yalnızca ben tahta kapıyı çekip çıktığımda eksilirdi. Gece olup
döndüğümde, ilk yaptığım şey açma tuşuna basmak ve insanlarla örülü
yalnızlığıma yeniden bir ses vermesini sağlamaktı. Ben onu sevdim. Hiçbir şeyi
ve hiç kimseyi sevmediğim kadar. Saygı duydum ona ben. Güvendim.
Biraz olsun ısınmak için odanın ortasında
uluorta gazete kağıtları tutuşturduğumu yalnız o biliyor. İçeri girer girmez
içi boş bir çuval gibi yığılıp kaldığımı ağlayarak, üşümekten kalem tutamadığım
zamanlarım olduğunu, geceleri tuvalete gitmekten ölesiye korktuğumu, köpek bağlasan
içinde durmayacak bir yerde benim var olduğumu, olamadığımı ya da, o biliyor.
Yalnızca o gördü geceleri sessizliği bir felaket habercisi gibi yırtan maganda
kurşunlarından korunmak için ölümün sıcaklığını ensemde hissederek yere
uzandığımı. Her gece birbirini bıçaklayan insanların çığlıklarından korkup
yorganı başıma çekip dualar ettiğimi o biliyor. Yalnız o bir şeyler anlattı
bana ruhumu ve düşüncelerimi olsun alıp götürmek için başka yerlere. Ben ne
anlattığını hiç ama hiç önemsemedim. Anlatıyordu işte, yeterdi.
37 ekran televizyon seyreden ev kaldı mı bu
devirde? 37 ekran eski bir arçelik. Gösterebildiği üç beş kanalın hepsi
karıncalı, nerede daha iyi gösteriyor diye o 4 metrekarenin her karışında ayrı
ayrı test edilmiş, hatta ilk zamanlar sehpayı masa olarak kullanmam
gerektiğinden öylece yere koyup karşısına geçtiğim… Bazen gülerek, bazen
ağlayarak, bazen baktığım her şeyi görerek, bazen sadece bakarak, ama hep yalnız
olmadığımı hissederek seyrettim onu. Benimle alınyazımı paylaştı. Yalnızlığımın
yükünü sırtlandı benimle. Zaten yaşlı ve yorgun olan bedeni gözlerimin önünde
her gün her an biraz daha yoruldu ve yaşlandı. Ama o her şeyi gördü hem de her
şeyi.
Biliyor musun arçelik 37 ekran, ben şimdi sokakta
yürürken durup durup evlere bakarım. İçini hayal ederim hepsinin. Duvarlara
çarpıp herkese eşitçe pay edilen mutlulukları, tasasız kahkahaları, neşeyle
yudumlanan tavşan kanı çayları hayal ederim. Sobalar düşünürüm, onların dost sıcaklığına
uzatılmış güven duyan eller. O günlerimden kalma alışkanlık. Ben şimdi ne zaman
muhtaç bir kedi, bir köpek görsem kucaklar neyim var neyim yok paylaşmaya
götürürüm. Çünkü insanların insanları bile görmediğini, hayvanların hiçbir
şansı olmadığını bilirim. Çünkü dünyanın artık daha iyi bir yer olmayacağını
bilirim. Hiçbir şeyin düzelmeyeceğini, hiç kimsenin iyileşmeyeceğini bilirim. Ben
hayatın olağan akışına, dünyanın tuhaf savaşına, zamanın durmadığını unutan
insanların garip telaşlarına karışamam. Bilirim çünkü, ne yaparsak yapalım hep
göç mevsimine tesadüf edecek kırık kanatlarımız. Ağıdımız hep bir parça erken
söylenecek. Çünkü uzun zaman önce şiiri hırpalanmış insanlığın, rüyası
söndürülmüş. Kararını vermişler, ipini çekmişler çoktan senin anlayacağın.
Bilirim.
Ve her şey unutulur sevgili dostum. Her şey
geride kalır, hepsinin adı mazi olur. Hatırlarsın bazen sana şiirler okurdum.
Sesine ses verirdim, öylece dinlerdin beni. Şair ne diyordu? “Ben hangi filme
gitsem sonunda ölüyorum.” Şimdi ben de
öyleyim. Hangi filme gitsem sonunda ölüyorum. İnanıyorum, hevesleniyorum, güç
topluyorum ama görüyorsun ya sonunda geriye kalan, bu heyecansız, bu hep
seyirci, bu insanları en derinlerine kadar görmüş ve gördüklerinden nefret
etmiş olan kişi.
Hani yaşamak bütün canlıların en doğal
hakkıydı? Ben niye yaşamak için bu kadar işkence çektim? Bunların sonunda güzel
bir şeyler olacaktı, bunların sonunda "Evet çok acı çektim ama
değdi." diyecektim. Bunların sonunda mutlu hissedecektim. Öyle inanıyordum
o yüzden direniyordum ama hissetmiyorum. Dönüp dolaşıp aynı hüzün aynı
bıkkınlık çöküyor üstüme. Hep aynı yerde takılıyorum. Zaman daralıyor, ama ben
takıldığım yerden en başa dönüp hala anlamaya çalışıyorum. Niye böyle olduğunu,
üstüme düşen her şeyi yaptığımı, gidişatın böyle olmaması gerektiğini, niye
beklediğim sonucun gelmediğini, niye bu ölgün şeyle baş başa kaldığımı anlamaya
çalışıyorum. Sonra zil çalacak. Sonra kağıtları alacaklar, sonra ben hala niye
diye sora sora çıkıp gideceğim. Hep böyle bir yarım kalmışlık. Bir eksik. Bir
anlam veremeyiş. Kurtulamıyorum.
Koskoca bir 25 yılı güzel bir şeyler olacağı
ümidiyle kavga dövüş devirip, sonuç olarak mutlu olma yetisini bile kaybetmiş
bir şeye dönüşmenin verdiği çaresizliği sana tarif edemem. Sana ne uğruna
olduğunu bilmediğin kanlı bir savaşı elindeki her şeyi kaybederek kazanmanın ve
ne kazanmış oluğunu bilmemenin kederini tarif edemem.
Bazen soruyorlar niye böyle susuyorsun, niye
böyle bakıyor sadece bakıyorsun diye. Söyleyemiyorum. Anlatamıyorum. Soruyorlar
işte, bilmiyorlar. Ama sen biliyorsun değil mi? Sen her şeyi gördün. Sen niye
sessizce baktığımı, sıkça dalıp gittiğimi biliyorsun. Onlara da söylemek
istiyorum, ama ben onların gürültüsünü anlamıyorum, onlar benim sessizliğimi
konuşamıyor. Bakıyorum sadece. Yorgunum diyemiyorum. Yorgunuz diyemiyorum.
Çok şey oldu. Çok kötü şeyler. Bunları sadece
bir televizyonun görmüş olması, ama aslında onun da hiçbir şey görmemiş
olduğunu bilmek ne kadar acı, ne kadar gerçek ve ne kadar hayat… diyemiyorum…
Fidan'cım, vakit buldukça yazılarını okumaya çalışıyorum. Ve genellikle gün içinde ancak sabah saatlerinde iş yerinde kahvaltı ederken vakit bulabiliyorum birşeyler okumaya :) Yazını, anlatımını çok beğendim canım. Ama genç yaşta zorluklardan geçen insanlar ne kadar şansız olduklarını düşünse de aslında hayatla başedebilme sınavını erken verdikleri için ayakları yere sağlam basan bireylerdir. Bence bu bir artıdır. Bunu da unutma sakın :)
YanıtlaSil