Onunla ilk kez öfkeli bir yaz gününün bunaltıcı sıcağında kavrulan kasvetli bir derslikte karşılaştık. Hayata
kayıtsızca bakan gözleri ve kainatın tükeneceği gün için yaşıyormuşçasına başka
her şeyi gerisin geri gönderen hırçın tebessümleri, yalanlarla kuşatılmış kirli
bir dünyayı anımsattı bana.
Sonra defalarca karşılaştık. Caddede,
koridorda, bu küçük kentin herhangi bir yerinde... Garipti. Kimsesiz bir çocuk
gibiydi. İnsanların gözlerinin içine bakmıyordu. Hiç yaşamamış olmak istediği
şeyler anımsıyordu belki de. Belki de korkuyordu gülen yüzler görmekten. Benim
için sokağın bitmeyen gürültüsünde geçmişini kaybetmiş bıkkın bir figürandı
sadece.
Oyunun baş kahramanı olduğunu çok
sonraları öğrendim.
Kendini yazdırmadan duramayan kırıcı
isyanlarım olmasa ve merhametsiz bir tesadüf beni onu tanımak zorunda
bırakmasa, içinde dağılan başka bir adam olduğunu ben de bilmeyecektim. Onun
hikayesinin bittiği, benimkininse henüz başladığı yerde yollarımız kesişiyordu.
Bu kesişim noktası sahipsiz bir kedi gibi içime işlemişti. Sessizlik ağır bir
olguydu ve bütün kediler sessizdi.
O da öyleydi...
Bir gün, kınından çıkarılmış bir hançer
gibi saplandığım yeri kanatmaya hazırken, karınca adımlarla kaldırımlar
eskitiyordum. Kalabalık caddeler ve mutluluk tabloları uzanmıştı boylu boyunca
semtin sokaklarına. Yine de dört bir yanım yalnızlık kokuyordu.
Ve onu gördüm. Adımlarındaki acelesiz
telaşı duyabiliyordum. Herkes birbirine benziyordu, herkes... O ise tutuklu bir
yağmur damlası kadar kaybolmuştu kendinde. Hangi cama vursa açılmıyordu ve
dağılıyordu çaresiz. Garipti. Garipten de öteydi. Yürüdüm peşi sıra, şelaleye
kapılan bir söğüt yaprağı gibi. Derken göklerin ve yerin en güzel sesini
işittik her yanda. Minarelerden atmosfere müezzinlerin alınları secdeye çağıran
müthiş sesi karışıyordu. Biliyordum. O anda onun gözlerine bakabilseydim baştan
ayağa iman göreceğimi biliyordum.
Bir serçe sürüsü geçti tepemizden, yitip
gitti apartmanların arasından. Anımsadım. Onunla ilk kez, öfkeli bir yaz
gününün bunaltıcı sıcağında kavrulan bir derslikte karşılaşmıştık. Kalbini
buzullarla kapatmış gibiydi. Güneş doğudan doğuyordu. Oysa onun yüreğinde hep
bir gece hüküm sürmüştü. Kilit altına almıştı onu.
Durdu, yüzüme baktı. O dakikada anladım
sokağın bitmeyen gürültüsünde geçmişini kaybetmiş sıradan bir figüran
olmadığını. Oyunun baş kahramanıydı aslında. Kendini gizliyordu sadece... İşte
orada sordum en sorulmaması gereken soruyu. Hayata kayıtsızca bakan buğulu
gözlerinde kendi yarattığı yalan dünyanın devinimlerini gördüm. Kim bilir,
belki ışıksız bir mahalle kadar karanlıktı da bana öyle gelmişti.
- Ben böyleyim, dedi. Ama bir gün mutsuz
olduğumu hissedersem, söz ilk sana söyleyeceğim.
Aramızda bunun kuru bir vaat olduğunu
ikimizde de fısıldayan isimsiz bir şeyler vardı. Ben susmak zorundaydım. Çünkü
damarlarımda onun yüreğindeki sessizce acı çekme yüceliği dolaşmıyordu.
Dolaşıyor olsaydı, neden bu kentin çirkin yalnızlığını böyle fedakarca
yüklendiğini sorardım ona. Oysa biliyordum. Kalbinde bir yerde taze bir
yara olduğunu biliyordum. Güneş, Amanos'un yamaçlarında boy verir vermez
o yaranın acıdığını da... Yardım isteyen sesinin asla yükselmediğini ve
çığlıklarını, haykırmalarını çok uzun zaman önce, çok uzak bir şehirde
bıraktığını da biliyordum.
Sonra acele; fakat telaşsız adımlarla
sokağın bitmeyen gürültüsüne karıştı. Bu kez geçmişini kaybetmiş bıkkın bir
figüran gibi değil. Oyunun baş kahramanı olduğunu anlatır gibi dimdik.
Bir gün, söz verdiği gibi mutsuzluğunu
bana anlatırsa eğer, bu yalnız adamın hikayesini yazacak ellerim. Onun
hikayesini... O; kalbinin doğusunu kilit altına alan, kuzeyin buzullarını
yüreğinde taşıyan adam.
Öğretmenim.
( Lise anılarından defterlere defterlerden
bugünlere bir hikaye. Sonrası yok...)
Senin edebiyat öğretmenin olsaydım keşkee :)
YanıtlaSilHayatta figüran olarak görülenler aslında hep en değerliler oluyor en sonunda.
YanıtlaSilanladım :) eskilere geri döndüm canım :)
YanıtlaSilMerhabaa :) Yine mimledim :) http://suslusirine.blogspot.com.tr/2014/10/mim-3.html
YanıtlaSil