İnanç sistemlerinin tarihsel seyri incelendiğinde, çoğu zaman bir kavramın ya da şahsiyetin temsil ettiği anlamın, zamanla formuna ve ismine saplanarak özünden uzaklaşıldığı görülmektedir. Bu olgu, İslamî gelenekte de yer yer gözlemlenmektedir. Nitekim bazı söylemlerde, Hz. Muhammed’in isminin sürekli öne çıkarılması, Allah’ın ismiyle olan doğrudan bağın zayıflamasına sebep olabilmektedir.
Oysa İslam’ın temel vurgusu, tevhid akidesidir: Tek ilah, Allah’tır. Hz. Muhammed ise O’nun kulu ve elçisidir. Elçilik görevi, şahsında değil, bildirdiklerinde ve gösterdiği yönde anlam kazanır. Dolayısıyla Hz. Muhammed’in hakikatte üstlendiği misyon, insanları Allah’a ulaştırmak, yalnızca O’na kulluk etmeye yönlendirmek üzerinedir. Bu yönüyle bir vesile, bir yol gösterici ve bir örnektir; nihai varış noktası değildir.
Ancak zamanla bu misyonun özü unutularak, bazı bireyler veya topluluklar tarafından Hz. Muhammed’in ismi etrafında abartılı sevgi ritüelleri, mistik yorumlar ya da “nurlardan yaratıldı” gibi mecazdan kopuk anlatılar ile bir tür kutsama dili inşa edilmiştir. Bu yaklaşım, kişinin doğrudan Allah ile kurabileceği bağı gölgede bırakmakta, manayı formun arkasına itmektedir.
Bunun en çarpıcı örneği, bazı çevrelerde Hz. Muhammed’in Allah’tan daha çok anılır hâle gelmesi, ya da kişilerin Allah’a yönelmektense “onun yüzü suyu hürmetine” ifadesine sarılmasıdır. Oysa Kur’an'da, Hz. Muhammed'in bizzat kendisi, "Ben de sizin gibi bir beşerim" (Fussilet, 6) diyerek, ilahîleştirilmesine karşı açık bir uyarı getirmiştir. Aynı şekilde, onu yücelterek Allah’ı perdelemek, şirkle sonuçlanabilecek tehlikeli bir sapmadır.
Modern bireyin sezgisel olarak sorguladığı bu durum, aslında ruhun doğrudan Allah’a duyduğu özlemin yansımasıdır. Bu içsel sezgi, herhangi bir aracıya ya da isimleşmiş forma bağlı kalmadan, özle yönelme dürtüsüdür. Zira Kur’an’da ifade edildiği üzere:
“O’na yönelen kalpten başka, hiçbir şey Allah katında muteber değildir.” (Şuara, 88-89)
Sonuç olarak, Hz. Muhammed’i gereği gibi anlamak, onu ilahlaştırmak değil, onun işaret ettiği yöne —Allah’a— sadakatle yürümektir. Onu sevmek, onun gibi yalnız Allah’a kulluk etmektir. Bu farkındalıkla konuşulduğunda, kişi kendisinde var olan ilahi nefesten haberdar olur; Allah’a giden yolu dışarıda değil, kendi içinde bulur. Ve işte bu, gerçek teslimiyetin ve aşkın başlangıcıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder