Sessiz adımlarla geldin. Fırtınayı yanında getirdiğini
elbette bilmiyordum. Huzursuz bacaklar gezinmekteydi ayın efsunlarında.
Islaktın. Geceye bir iz bırakacağını söyledin. Efkarından bıraktın.
Uykunun emanetinde yarım yamalak soluk alışverişlerin duyulurdu.
Her sabah biraz daha dinç uyanan kederlerinle umudun baş tacı edildiği bir
kentin sakiniydin. Aslında savaşın kendi kendinleydi. Benimle değildi.
İnsanlarla değildi. Zamanla da değildi. En acı yumruğunu yalnızlığına, en sert
darbeni mutsuzluğuna saklıyordun, biliyordum. Koynuna aldığın o soysuz
karanlığın sevgili bakışları ömrünce kısır. Görmüyordun.
En güçlü çağımda dolandın ayağıma. Bir sigara yakardın
boğulurdum. Sevinçleri kursağına dizilmiş haşarı bir çocuktun. Hiç
kimsesizliğini giyinir düşünceye koyulurdun. Ben sana hep biraz yaban, biraz
kalandım. Ateşe giden pervane gibi dolanırdım etrafında. İsmini söyleyen
dudakları kutsal zanneder külü tütmekte olan yangınlara imrenirdim. İçinde
kavrulanları yalnız ben görürdüm. Sen gördüğümü görmezdin. Ben söylemezdim.
Sessiz adımlarla geldin. Biraz kahve biraz sigara biraz
da yas kokuyordun. Herkese benziyordun ve hiç kimselere. Kanatlarından usul
usul kan damlıyordu. Bir önemi yoktu zaten uçmayı unutmuştun. Dalgın bir sihir
gibiydin bana dokunmayı hep es geçtin. Haksızca yetim bir şiir gibi
anlatıyordun. Tutkunca mavi başka bir dünya… Ben söylediklerine her zerremle
inanıyordum. Sen kendi anlattıklarına inanmıyordun.
Akdeniz’e benziyordun. Bütün suçun güzel ve sıcak
olmaktı. İklimlerin değişmesinde parmağın yoktu. Ve mutlu insanların
sevinçlerinde gözün. Kalabalığın içinde kayıp bir çocuk bulduğumu
zannediyordum. Mırıldanıyordun. Yosun kaplamış gökyüzümle beni de ağlatıyordun.
Ağlatıyordun.
Geri döndün. En çok gitmeyi biliyordun. Sırtından akan
sıcak ter hayatın yüzü değildi. Ölümün soğuk gölgesinde buzdan surlar
yapıyordun. Bir şey söyler gibi geldin. Mühim bir şey söyler gibi. Ve hiç
konuşmamış gibi gittin sonra. Korkunç bir yalandan bahsediyordun. Ben sana her
hücremle inanıyordum sen kendi söylediklerine inanmıyordun.
Yalan desem değildin. Gerçek desem değildin. Ne vardın ne
de yoktun. Ruhunda ezber bozan çalgıcılar gezinirdi. Zihninde hep yasaklı
ezgiler. Yalnızım demeye utanır oldum kimsesizliğinin yanında. Bir gün herhangi
biri, bir başka gün başka herhangi biri, bir gün hiç kimse olamayacak denli
yorgun. Sabahların akşamdan kalma sarhoşlara benzerdi. Işığın hep kapalı
camlara. Gelişin arkası yarın seyirlik acılara…
Giderdin sonra. Alıştığın ve alıştırdığın gibi. Geriye
kendi kalemini kendi içinde kıran adaletsiz bir sanık bırakır gibi hasretini
bırakarak. Ve gelirdin. Sessiz adımlarla gelirdin. Yavaş yavaş büyüyen hırçın
laleler gibi, çok kısa süreliğine. Varlığın etimi acıtırdı üstelik. Kanamaya
her başladığımda daha çok direnirdim. Ben üşürdüm, sen ayazda kan kusardın.
Nankör zamanın edilgen kaypaklığında suda sabun gibi erirdi öfkelerim. Bir
bıçağın iki ucu gibi kesiklerle bezenmiştik. Sen bana ben sana bir şekilde
gelirdik de o ölüp gidenlerin biz olduğumuzu bilemezdik.
Sonra vururdu yüzüme eski zamanlarda kayıp bir rüzgar.
Buldum demezdim. Bulunan her fırtınada enkaz ben terk eden sendin. Kökleri
semaya boy veren bir ağaç gibiydim yanlış gökte yanlış kökte ve yanlış yükte…
Ruhumdan beni sökerlerdi. Seni sökemezlerdi. Sessiz adımlarla gelirdin kalbime
basa basa. Kendi kanımda boğulur yine de söylemezdim. Uyurdun. Gözlerinde bin
dert yüz bin keder uyanırdı. Ellerinde hiç aşkla dokunulmamış çizgilerin savruk
haritaları.
Seni sevmiyordum. Sana karışıyordum. Tası tarağı toplayıp
kirli geçmişlerden, şimdiki zamanın bütün çirkin yorlarına razı sana
yerleşiyordum. Hasret çirkindi yazık ki. Hiçlik çirkindi. Gitmek çirkindi ve
sessiz adımlarla gelmek. Çünkü sonra yine gitmek yine gitmek ve yine gitmek.
Eksik harflerle cümleler kurardın. Ben hayaller kurardım
sen özenle yıkardın. Ben hayata kirler bırakırdım sen kararsız bakışlarla
yıkardın. Ben ezberlettiğin gibi içimden içimden susardım sen çizgilerini
yanlış çekmiş çocukmuşum gibi bana kızardın. Bütün belgesellerde ortaksız
mazimizden bir parça bulur gibiydim oysa ben. Bütün haber bültenlerinde bir acı
haberimiz dolanırdı ve bütün şakalarda gülmeye en yabancı iki mülteci gibi
dudaklarımız. Ben seni sevmiyordum sana karışıyordum. Ben seni sevmiyordum,
sana karışıyordum. Ben seni sevmiyordum, ben seni yaşıyordum.
Sonra yine gittin pek şaşırdım. Sessiz adımlarla
geldiğinin aksine, umut tortularından hayat kayalıkları inşa etmek üzere. Bir
tek sözün yeterdi beni itmeye. Parçalanırdım. Ne polisi arardım ne acil
servisleri. Faili meçhul bir katliam gibi kendi kanımla yarışırdım. Ben önce
biterdim hep… Ölürdüm… Kazanırdım…
Çok yüksekten olanca öfkesiyle bir şelale dökülürdü. Tuz
buz olmuş kaderlerin efkarında gam sırtlanırdın. Oynuyordun, biliyordum. Ne
güzel oynuyordun. Bütün rollerine ben masumca inanıyordum. Sen kendi
kuşandıklarına inanmıyordun.
Sessiz adımlarla geldin. Tuttun kavruk bir yaz sevinci
bıraktın kış sanığı yüreğime. Anlamıştım, yanayım istiyordun. Ben bıraktığın
ateşle külden küle dönüyordum, sen kendi çıkardığın yangında yorgunca
üşüyordun. Fırtınayı yanında getirdiğini elbette bilmiyordum. Ki seni
sevmiyordum sana karışıyordum. Taş oluyordum, yas oluyordum, yok oluyordum. Ben
ruhuna değen bir esintiyle savruluyordum, sen molozların altında isyana
yürüyordun.
Akdeniz’e benziyordun Akdeniz’ime. Bütün suçun sıcak
insanlarla sarılmaktı hayatın çemberine. Bütün suçun güzel ve iyi olmaktı.
Akdeniz gibi soluyordun parça parça. Söndürülüyordu ışığın her umut atağınla.
Küstürülüyordun… Ben senin ikliminde yaşamak buluyordum…
Sen kendi toprağında kendi köklerinle can veriyordun…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder