Eğer benim gibi
bir geri zekalı değilseniz, insanların değişmeyeceğini anlamışsınızdır. Eğer
benim gibi bir geri zekalı iseniz, üstelik kafası ne yazık ki zehir gibi
çalışan, her şeye basan, her şeyi kavrayan, çözen bir geri zekalıysanız, yani
zayıflıklarınız varsa, yani bazı şeylerin asla olmayacağını bile bile ya olursa
diye umut etmeye devam ederseniz, hep denersiniz. Hep denersiniz, hep aynı
yıkımın bir doz fazlasıyla yıkılırsınız. Hep bir kez daha kesinlikle
vazgeçersiniz. Ta ki bir sonraki denemeye dek…
Bugün acımasız
olma hakkımı kullanacağım. Üstesinden gelemediğim çok şey çok duygu var. Bunların
üzerine bir toz zerresi konduğunda bile sendelemeye başlıyorum. Bu beni şimdiye
kadar hiç daha iyiye götürmedi. Aksine, sırf aslında güçlü biri olduğum için
her seferinde daha fazla sendeletti. Daha çok güç harcamama neden oldu. Kısaca,
daha çok yoruldum ve daha çok bıktım.
Ben kendi
ailesinin içinde ötekileştirilmiş biriyim. Evet bu acı bir gerçek. Ailesiyle ilgili
meselelerini kendi içinde ne yazık ki hala kapatamamış eşşek kadar bir kadınım.
Öz ailemin yorgunuyum ben. Öz ailemin kaçağı hatta. Kendim seçmediğim bir
şekilde başka türlü düşünen, başka türlü isteyen, başka türlü olmaya çabalayan
bir çocuk daha o zamanda bile. Doğduğum köye, eve, kalabalığa, kavgaya, hınca,
geçimsizliğe, küfre inat hep bambaşka bir hayatı tırmalayan bir insan. 5 erkek 4 kız kardeşiz biz. Ben 8’im. Ailenin ekonomik durumu elverişli olmadığı için
ilkokuldan sonra okula devam etme şansı elde eden ilk çocuk. Çok bahsettim
bundan, deli gibi okur, yazar, ders çalışırdım. Tek isteğim ortasında durduğum
araftan kurtulmaktı. Sevgi ile sevgisizlik, kavga ile huzur, aile olmakla
olmamak arasında nokta kadar bir yer… Gerçekten bizi bir şeye benzetemezdim… Sürekli
kavga halindeydik. Kardeşler, anne baba, çocuklarla ebeveynler. Hep kavga hep
kavga hep kavga… Dün akşam ne yediğimi sorsan cevap veremem; ama o kavgaların
her biri çivi gibi beynimde. Çoğunda, aksini düşünmüş olsalar da haksızlığa
uğradığımdan belki…
Neyi neresinden
anlatayım bilmiyorum; ama diyorum ki anlatayım artık. Artık anlatayım; çünkü
bir şekilde içimde koca bir dağ peyda oldu bu içe atmalardan. Saklamalardan,
saklanmalardan, susmalardan… Çoğu kez haklı olup suçlanmalardan. Boşa yenen
dayaklardan, beyaz bir hayat yaşamak isterken küfrü, kavgayı, nefreti, şiddeti,
bencilliği ezberlemelerden…
Okudum okudum; ama
o okullar için ne bedeller ödedim bir bilseniz… “Sen okuyorsun, sen her gün
okula gidiyorsun, arkadaşların var, geziyorsun, ablaların evde bütün gün, laf
dinle, cevap verme onlara, kavga çıkarma…” daha neler neler. Ev üç oda bir
salon, kızlar bir odada kalıyor erkekler bir odada. Ben nerede ders
çalışacağım? Nerede çalışabilirim? Ancak zaman bulup kitabın defterin başına
geçtiğimde odanın ışığı kapanacak diye kavga çıkaran, radyo dinleyen, şarkı
söyleyen alkış tutan, kısacası beni neden gerçekten bilmiyorum ama
öfkelendirmek, bana engel olmak için elinden geleni yapan iki ablam vardı. Salonun
ışığını bile kapattırırlardı zorla. Buz gibi yerde mum ışığında ders çalıştığım
çok olmuştur. Sessiz diye evin arkasındaki ahır bile cennetti benim için o
derece… Bu ışık meselesine en büyük ablam el atmıştı da nefes alabilmiştim. “Sen
ders çalışacağın zaman saat kaç olursa olsun beni uyandır. “demişti,
unutmuyorum. Canım benim… İnanır mısınız, saat kaç olursa olsun, gece 2, 3,
sabaha karşı 4,5 kaç olursa olsun bir kere bile “of” demeden dediğini yaptı ve
ışığı kapatamasınlar diye benimle oturdu. Ona bir şey diyemezlerdi,
büyüğümüzdü. Ablam dantelini örerdi, ben çay demler kitaplarıma gömülürdüm
sonra. Okul benim için hayat demekti. Her şey demekti. İşte bu yüzden en ufak
bir şeyde bile okulla korkutulurdum. Okuldan alırım, alıyorum, alacağım, almak
üzereyim… Şimdi çocukları itekleye itekleye götürüyorlar okula. O zaman bile
öyleydi. Benim içinse okuldan alınmadığım her yeni gün mucizeydi…
Bir de abim vardı
bir tek orada nefes almamı sağlayan. Bütün gün çalışır kazandığının
gerektiğinde hepsini bana verirdi. Kitaplarımı, defterlerimi, eksiğimi gediğimi
alırdı. Benimle gurur duyardı. Şimdi iki yabancı gibiyiz biliyorum ama bunu ben
istemedim, ben seçmedim. Açıkçası şöyle bir bakıyordum da hayatımdaki neredeyse
hiçbir şeyi ben seçmedim…Ben sadece yaşamak zorunda kaldıklarımı yaşadım. Bu yüzden,
bir şey satın almam gerektiğinde seçemem. Girdiğim ilk yerde olur gibi görüneni
alır kaçar gibi uzaklaşırım dükkandan. Ben seçmeyi bilmiyorum.
Okulda öğretmenlerim
överdi hep. Çok iyi yazdığımı, çok iyi okuduğumu, çok çalışkan olduğumu
söylerlerdi. Sevinirdim. İyi bir şey zannederdim o zamanki aklımla. Bir şey
olmuş gibi gelirdi. Başarmışım gibi. Başaracakmışım gibi. İyi arkadaşlarım
vardı. Ama her gün bir dünyadan bir diğerine geçiyordum sanki. Ev başka köy
başka, okul başka şehir başkaydı. İnsanlar başkaydı. Kime ve nereye benzemem
gerektiğini bilmiyordum. Aslında iki tarafa da tam anlamıyla benzeyemiyordum. Yine
arafta sıkışıp kalmıştım… Kendi kardeşlerinin arasına bile karışamamış biri
nereye karışabilir ki? Hala, bugüne dek hala, henüz hiçbir yere ait
olabilmişliğim yok.
Üniversite sınavına
hazırlık telaşı başladığında gerçekten çaresizdim. Beynim her gün birçok sesi
bir arada duymaktan, ne yazık ki kendi sesim de dahil buna, yorulmuştu. Hiçbir sese
katlanamıyordum. Hiçbir sese katlanamazken sırf beni engellemek için çıkarılan
seslere nasıl katlanabilirdim bilmiyorum. Çok iyiydim, okuduğum her şeyi –sessiz
bir ortamda okuyabilmişsem- bir çırpıda anlıyordum. Matematik oyun gibi
geliyordu. Kelimelere zaten aşıktım. Paragrafları bitirmeden yan düşünce, temel düşünce ne var ne yok hepsini düşünebiliyordum. Bir de komşu adı verilen, sırf
hasbelkader yan yana ev yapmışsınız diye komşu olduğunuz çirkef insanlar. Sabahın
8’inde gümbür gümbür müzik açar, gece 12’de kapatırlardı. Rica minnet fayda
etmeyince en iyi yaptığım şeye başvurdum, kavga. İşe yaramadı tabii, daha kötü
oldu üstelik. Bulduğum bir volkmeni kulağıma takıp bozuk bir radyo istasyonu
bulup aynı seviyede çıkan o “hışşşşşşş” sesiyle ders çalıştığımı söylesem?
Gülersiniz değil mi? Ama, çalıştım. Mecburdum çünkü. Seslerin birbirine
karıştığı, kafamın içinde gümbürdediği bir sistemden daha katlanılır geliyordu
bana. İşe yaradığını düşünüyordum.
Gerçekten; ama
gerçekten tek istediğim iyi bir üniversite kazanıp hayatıma bakmaktı. İyi bir
üniversite kazandım, hem de sınavda yine coğrafyaya takılıp matematiği son
yarım saate bıraktığımı fark edip matematikten yalnızca 27 net yapmama rağmen. Edebiyat benim
için her şeydi, öğretmenlerimin de yönlendirmesiyle bu şehre geldim. Sonrası? Trajedinin
geri kalanı resmen. Garip Bir Zafer’de anlattım gücümün yettiği kadarını.
Okullar bitti. Ben
de bittim. Ailemi kaybettim bu uğurda. Zaten beni hiç gerçek anlamda içine
almayan; ama hep deneyip durduğum, karışmak istediğim ailemi. Her şeyi her
duyguyu eksik yaşamışlığımla bir baktım ki kocaman bir insan olmuşum. Bir tek
yaşamım var ve ben ondan sorumluyum. Zaten pek sevilmediğim, sahiplenilmediğim
bir aileye diretmeyi bıraktım. Kendi yağımda kavruluyordum nasılsa. İyiysem de
kötüysem de bundan ben sorumluydum. Mutlu muyum? Gerçekten bilmiyorum. Hele
şimdi, kesinlikle bilmiyorum. Sakinsem, beynimi kemiren bir şeyler yoksa,
huzurluysam yeter o bana.
Ama, her defasında
denedim. İnsan sevildiği, istendiği bir ailesi olsun istiyor çünkü. Yani, olan
biten, burada ne kadar açık olacağım desem de anlatamadığım çok şeye rağmen
ailesini istiyor. Her denediğimde de bir daha tosladım duvarlarına, bir daha
itildim, bir daha bir daha bir daha…
Bana hiç kimse, bu senin suçun demesin, küfrederim. Hem de
ağız dolusu küfrederim öyle böyle değil. Ben artık eski ben değilim. Tahammülüm,
sabrım, sükutum bitti. Sıfıra sıfır elde var sıfır.
Sözün özü, ruhum
bu darbelere direnemiyor artık. Ben sizin düşmanınız değildim; ama öyle çok
istediniz ki oldum. Öyle çok yalnız bıraktınız ve öyle gerekmediğiniz
zamanlarda döndünüz ki anlamı yok. İçimde bir taş var. Yerinden oynatamıyorum.
Kalbimin ışık alacağı yerin hemen üstünde bu taş. Olmuyor ama. Santim kıpırdamıyor.
Bende size ışık yok…
Bir daha
denemeyeceğim. İstemeyeceğim. Yanlıştan yanlışa sürüklenmeme neden olan, beni
sevmeyen, beni içine almayan, beni daima sorunlu bir kişilik olarak gören,
sorunların kaynağına inmeden yaftalayan insanları ailem diye sevemiyorum.
Sevsem de, sürdüremiyorum; çünkü tıpkı geçmişteki gibi bir yığın sevgisizlik,
bir yığın anlayışsızlık, bir yığın yetemeyiş görüyorum. Ve bir duvar görüyorum.
O duvara toslamaktan usandım.
Bu yazıya
başlamadan önce, ağır ve keskin bir hayal kırığının altında debelenirken,
yanında hüngür hüngür ağlayan çocuğunu bırakıp telefonda beni teskin eden,
güldüren arkadaşım… Yıldız’ım… Kardeşim… İyi bir şeyler yapmışım demek ki, hala
yanımda, hala arkadaşım olacak kadar sabırlısın… İyi ki öylesin. Hayattaki
yegane iki doğrumdan birisin. Canımsın…
hep de yanında olacağım bitanem, seni çok seviyorum
YanıtlaSilİnsanı hayatta galiba en çok ailesi kırıyor, karşılarındakinin incinen duyguları olan bir birey gibi görmek yerine, ona üzerinde her hakka sahip oldukları bir şeymiş gibi davranıyorlar :((
YanıtlaSilŞu çatıları kaldırsan neler çıkar neler! Olsun, yaşanan yaşanmış artık, üç kuruşluk dünyada nasış mutlu isen öyle yaşa, nerede mutlu isen orada kal derim. Yaşadıklarına insan olarak çok üzüldüm!
YanıtlaSilNe demek, rica ederim, acısıyla tatlısıyla hayat bu :)
YanıtlaSil