İçmeyeceğim.
Yaşam beni ne denli güçsüz bırakmış, ne denli
küstürmüş, incitmiş yaralamış da olsa artık içmeyeceğim.
Ömrümün geri kalanının ilk günü bu. Yeni
doğmuş bir bebek gibi dünyayı keşfe çıkacağım. Güneşe vurulacak, toprağa saygı
duyacağım. İnsanlara şaşıracak, hayvanlara gülümseyeceğim. Kalleşlikten
nasibini almış bir “zaman” ve çokça kirlenmiş, daha da kirlenecek bir “yarın”
kavramıyla karşılaşacak olmanın azabından uzakta, yalan da olsa her şeye, hem
de her şeye inanmaya hazır bir çocuğun saflığıyla yaşamın kanına karışacağım.
Kanımda coşup çıldıran denizi susturmak için bile olsa artık içmek yok!
Sarhoşlukta yalnızlığını anımsayıp kaderine
ağlayan bedenimdeki hükümdarın acısını unutmak için delilenip şehirler yakması
yok! Gece yarıları sersem adımlarla caddeyi arşınlayan ayaklarımın gün
doğumlarında ölüme yürümek istemesi yok! Gökyüzünü kızıla boyayan gamsız
güneşin herkese umut, bana karanlık dağıtan ışınlarını görüp yastığımın altında
sessiz bekleyen tabancanın namlusunu alnıma dayayıp dayayıp ardından
korkaklığıma üzülüp ağlamak yok…
Yürüyorum.
Aylardan nisan, günlerden
Çarşamba, hava hasret, mevsim ateş… Vücudumda nereden nasıl geldiğini bir türlü
anlayamadığım yüzlerce karınca ayağı. İçimde sivri bir hançer değmiş de kanamış
gibi akıp duran, akmaktan yorgun, dinmeye muhtaç çürük bir kalp hissediyorum.
Şurada bir yerde bir tas sıcak çorba içsem kendime gelir miyim acaba?!! Sabahın
kör saatlerinde bu insanlar, bu gözler, bu ayaklar kimseyi umursamadan koşar
adımlarla nereye gider ki? Uzakta bir yerde, anne kokusuyla çepeçevre
kuşatılmış sımsıcak bir ev – tavanından tabanına anne kokusuyla üstelik- yanmış
ve sönmüş bir yanardağ gibi öfkesini yuta yuta güneşe boy verir; fakat bir gün
olsun adamakıllı ısınmaz, doymazken bu insanlar, benim gibi ve benden daha
sefil, daha düşmüş olanlar, hala neye isyan eder, üzülür, kederlenir?!!
-Bir
mercimek, diyorum üzerimdeki farkındasızlık duygusundan silkinip temizlenirken.
Geceyi ayık geçiren gözlerim mutlu; fakat uykusuz. Kıvranışlarıma uyanan güneş,
bütün ihtişamıyla tahtına kurulmuş bir kraldan farksız. Bir kral ki öfkesiyle
kainatı kül etmeye muktedir… Daha iyi gibiyim. Biraz dinç, sıhhatli; ama
içimdeki ayyaşla ölümüne dost…
Ağır ağır içiyorum çorbayı. Vücudum aylardır o
denli yıpranmış ki insana yaşama sevinci vermek istercesine sıcacık tüten bu
çorba bile diriltemiyor ölümlere komşu bekleyen ciğerlerimi. Kimse farkında
değil, oysa bu masada kanıyla etiyle bir insan değil; bir kadavra oturuyor…
Aniden arsız bir boşluk duygusuyla sarmalanmış
buluyorum kendimi. İhtiyacım olan sükuneti bulamayacağımı bile bile demir
parmaklıklı kapının arkasındaki hareketli hayata bir umut, bir ışık bekleyerek
bakıp duruyorum. Yer, ayaklarımın altından usul usul kayıyor sanki. Biliyorum,
eğer aynaya baksam feri kaçmış gözlerimin büyük büyük açılmış olduğunu
göreceğim. Üstelik yüzüm kireç kadar beyaz ve başımda toz-duman hayaller…
İşte sokak. Yine sokak yine sokak. Yine
kalabalık, yine koşuşturmaca… Yine birbirini yemek için fırsat kollayan
atmacalar, akbabalar, doğanlar… İnsanlar, gözümde büyüdükçe büyüyor. Her biri
başını omzuna gizlemiş; elleri yok ve ayakları iki anlamsız tahtadan farksız.
Her biri sadece “biri” ve herhangi birileri…
Dev kıskaçlarıyla trafiği tıkayan şu kocaman
şey korkunç bir akrepten başka nedir ki! Aman Allah’ım, şehrin ortasında
yılanlardan örülü kocaman bir duvar. Öyle yüksek öyle yüksek ki, başımı
kaldırıp sonunu görmeye çalışsam, tepeden tırnağa yılandan örülü bu duvarı
yıkıp harap edeceğim… Güneş de çekilip gitti benden çoook uzaklara. Bu hiçlik
duygusu, ne aradığını bilmeden ortalığı darmadağın eden ellerime öylesine hakim
ki, bir yabancının ellerini seyreder gibi seyrediyorum artık ellerimi. Yine
kulaklarımda uğuldayan derin sessizlik… Yine tarifi imkansız bir sancı göğüs
kafesimde. Yine is, yine kor, yine duman… Yine…
Yine nöbet…
Yaşamı yeniden algılamaya başladığımda başım
sağa yatmış şekilde yere uzanmış olduğumu görüyorum. Dakikalar mı geçti,
saatler mi yoksa yüzyıllar mı? Etrafımda tanımadığım yüzler, meraklı bakışlar
dikkatle beni izliyor. Dağılın! Dağılın diyorum size, kendi küçük dünyanıza
dönün. Ve beni büyük yalnızlığımda hükümran; fakat garip bırakın. Nefesimdeki
acıyı hissediyor olmalılar, oysa herkes ne tasasız! Bir şeyler söylemek için:
-Sara
nöbeti. İyiyim… İyiyim, teşekkür ederim, diyorum.
İyi değilim.
Uzaklaşan
insanlara imrenerek bakıyorum yine de…
Buraya nasıl geldiğimi anımsamıyorum.
Anımsamak istemiyorum. Saatler geçmesine, sadece saatlerdir içmemiş olmama
rağmen, yüzyıllarca yaşamış, acı çekmiş bir ihtiyarın hisleriyle perişanım.
“Sadece bir kadeh?!!”
Kendimden emin değilim. İçmek mi istiyorum?
Yoksa içmek isteyen ayyaş dostuma eşlik etmek mi? Bu çıkmazda yitip gitmek
istiyorum sadece. Öyle kolay ki. Sadece ağır ağır, yudum yudum içilecek BİR
KADEH! Ondan sonrası yok, hiç yok. Zaten gündüz gözüne içki de içemez insan.
Bir karar verdim, sonuna dek gitmeliyim.
İçmeyeceğim dedim bir kere. Eğer şimdi içersem, nefesimde başlayacak olan başka
bir nefretin koynunda, intihar meyilli yarım aklımla –sonra onu da yitirerek-
isimsiz, tarifsiz, acınası bir mahluktan farkım kalmayacak…
OLMAZ!
“Bir
kadeh. Ötesi yok. Yıllarca içmedin mi? Hayata küstüğünde de, taptığında da?
Kalbinin ağrılarını ne dindirdi sanıyorsun? Hep içtin sen, hep içtin…”
Ve kendimi bara yaslanmış vaziyette buluyorum.
İbrahim’in önüme sürdüğü rakı kadehine nefretle; ama çokça da iştiyakla,
iştahla bakıyorum. Acaba bu şehir beni yorgun bir hamal gibi avuçlarına
aldığından mı yoksa dudaklarımı ıslatıp bedenimi canıma zindan eden şu delibaş
suda boğulup gitmek istediğimden mi içiyorum yine? Bilmem. Ama yine içiyorum,
yine. İçen ben değilim zaten.
İçen içimdeki ayyaş…
Bir
kadeh daha isteyip istemediğimi soran İbrahim’e “Evet.” anlamında başımı
sallıyorum. Ondan sonraki her cevabın evet olacağını bildiğinden bir daha
sormuyor zaten…
-“Şöyle”
diyorum parmaklarımı şıklatarak. “parmaklarımı şıklatsam ve büyülü bir boşlukta
kaybolsam… Kimse benden ayakta durmamı beklemese, düşsem… En büyük kavga benim
kavgam! İnsanoğlunun kendiyle kavgasından büyük kavga mı olurmuş?...”
Çözülmüşüm… İbrahim’in onuncu kez önüme
sürdüğü rakı kadehini ağzıma değil, burnuma tutacak kadar hem de… Bir şeyler
daha söylüyorum anımsamadığım. Önce sarhoş, sonra filozof oluyorum her
defasında olduğu gibi. O haldeyim ki yamalı, kirli bir çoraptan farkım yok.
Cebimdeki bütün parayı bara bırakıp yalpalayarak dışarı çıkıyorum. Bu kez
akrebin gözlerinin içine içine bakıyorum, dik dik. Korkmadan, meydan
okurcasına…
-“Yeter
artık! Dev kıskaçlarınla ancak onları korkutabilirsin!” diye bağırıyorum
önümden akıp giden insan ordusunu işaret edip.
Bu sabah bambaşka bir adam olduğuma inandırmıştım
kendimi. Yüreği hiçbir yıpranış, hiçbir acı, hiçbir yıkımla sarsılmamış…
Sapasağlam… Gece yarıları korkunç sara nöbetleriyle çıldırmamış, yunmuş,
yıkanmış, arınmış…
Ve
yaşama sevinciyle dopdolu…
Yalnızca
bu sabah “Ben lekesiz bir varlığım.” demiştim kendime. Demiştim ki yaşam, bütün
solungaçlarıyla benim adıma nefes alıp veren güzel mi güzel bir deniz kızı…
Batık bir gemiden farksızmış meğer.
Sarhoşum. Hiç bitmeyecek gibi görünen bir
yolculuğa çıkmışım. Sesler işitiyorum dört yanımda, delilerden gelme sesler.
Kedi miyavlamasını andıran yalvarışlar, el uzatmalar, avını parçalamaya
hazırlanan bir kaplan gibi… Pençelerine düşmek istemiyorum. “Dur” diyemiyorum
gerçeklikten kopmak üzere olan çaylak, uçarı duygularıma…
Caddeye çıkmışım. Biz iki sarhoş –ben ve
içimde yaşayan öteki- mutsuz umutsuz yürüyoruz. Gözümüze canavar gibi görünen
taşıtlara çocuk ürperişlerle bakıyoruz. Fikrimiz sabit.
-Ama,
ama sarhoşuz, içkiliyiz, diye geveliyorum ağzımda.
-Olsun
lan, ölmeyecek kadar sarhoş değiliz, diyor ebedi dostum. Doğru söylüyor. Kötü
yaşayışım, kötü kaderim, kötü benliğim. Hepsine havadan bir “eyvallah” çekip en
süratli gördüğüm arabanın altına atıveriyorum kendimi.
-Belki
de haklısın. Sarhoşuz biz ölmeyiz, diyor içimdeki ayyaş. Ben; görünürdeki ayyaş
kızıl kanlar içinde:
-Yok
yok, diyorum. Sen haklısın. Bir meyhane açacak kadar çok içki var benim
kanımda… Ama ölmeyecek kadar da sarhoş değiliz.
Esrarengiz bir karanlığın içinde, tam da
istediğim gibi kaybolup gidiyorum. Sesim çıksa konuşacağım. Hep yanılmışız
işte, her şeyde yanılmışız. Kendimizi aldatmış, kendimizle eğlenmişiz. Ben de
boşa üzülmüşüm…
Fıçı gibi de olsa, en kral ayyaş bile ölürken
ayılırmış… Bunu yeni anlamıştım.
Anlamanın en anlamsız ve gereksiz olduğu yine bir nankör zamanda…
Son söz: Üniversitede okul genelinde yapılan bir yarışmada 3. olan öykümdür. Dikenden başka bir şey olmadığını göre göre gül umarak ellerinizi uzatıp yüreğinizi kanatmamanızı öğütler...
Son söz: Üniversitede okul genelinde yapılan bir yarışmada 3. olan öykümdür. Dikenden başka bir şey olmadığını göre göre gül umarak ellerinizi uzatıp yüreğinizi kanatmamanızı öğütler...
Yine çok güzel yazmışsın senin yazılarını okurken kendimi katıyorum resmen satırlara.Çok akıcı oluyor.
YanıtlaSil