Evi,
ormanı, kediyi, hatta bahçede günden güne dal budak verip güzelleşen asmayı pek
sevmezdim; ama göl çocukluk günlerimin adeta vazgeçilmez bir sırdaşıydı. Yarısı
su, yarısı göz yaşlarımdı ve her yerinde mutlaka hüznümden bir molekül, üstüme
pek yakışmayan yaşı kemale ermiş insanların hissiyatlı tavrından bir atom
taneciği vardı.
Göl
benim ayaklarımın koşmayı öğrendiği ilk günden beri kendisine koşup durduğu; fakat bir türlü ulaşamadığı hayali bir dostluk
anıtıydı sanki.
Güneş, perdeyi çiğneyerek ilk ışın demetlerini halıya bıraktığı
zaman parmak uçlarıma basa basa, henüz boyumun yetişmediği musluğa erişmek için
sofada beni bekleyen taburemi almaya gider, yüzümdeki uyumuşluk halimi bir an
önce silip atmak isterdim. Göl, benim bütün gece uyumadığıma inanmalıydı. Aksi takdirde
ne beni kendime seyrettirir ne de o muhteşem pırıltılarıyla üzerinde tatlı
tatlı gezinen güneş parçacıklarıyla konuşmama izin verirdi. Göl, sadece
oyunlara alınmamış, kısa boylu, kalın parmaklı, iri burunlu ve gırtlağı bir
hindininkini andıran çok fazla uysal çocuklarla arkadaşlık ederdi… Belki
de bu yüzden bizim birbirimizden başka arkadaşımız yoktu… Kahvaltı
masasında babamın kendimi bildim bileli inzivaya çekilmiş şefkatli gözleriyle
bir noktada buluşur, onun artık kelimeleri sevmediği için bana bu kadar sık ve
bu kadar dikkatle baktığını düşünürdüm. Oysa ben onun bana bakmasını değil,
dokunmasını isterdim… Biz üçümüz; babam, göl ve ben, okumaktan usandığım masal
kitaplarındaki garip durumlardan biriydik… Babam gölü, göl babamı sevmezdi. Bense
her ikisini de çocuk kalbime ne yapıp edip sığdırmıştım. Kalbime sığdırmakta
zorlandığım tek şey babamın durmaksızın beni seyreden inatçı gözleriydi…
İşte
bu karmaşanın içinde kendi başına sıyrılamayan aklım, bana sadece onları
gizlice sevmem gerektiğini söylüyordu. Onları gizlice sevmem gerektiğini ben de
biliyordum; ama nedenini sorabileceğim hiç kimse yoktu. Evi de, ormanı da,
kediyi de sevmiyordum. Hatta asmayı bile…
Günler
bu tekdüzelik içinde geçse de, içimde her zaman beni bekleyen capcanlı duygular
vardı. Babama bir kez bile gölle aramda başlayan arkadaşlıktan söz etmemiştim;
çünkü en iyi bildiğim şey susmaktı. Babam benim tek arkadaşıma karşı
başlattığı, bitirmeye de niyetli olmadığı bu savaştan beni habersiz sanıyordu. Göl
ise konuşmaya karar verdiği zamanlarda ormanın canlı, cansız her şeye nasıl da
hükmeden bir büyüsü olduğunu anlatıp duruyordu. Eğer o bir şarkı söyler de,
anlamadığım halde beni sarmalayan kederli sesi yüzünden ağlamaya başlarsam göl
hemen susuyor, kirli de olsa o çok sevdiğim su dolu etekleriyle biraz daha yaklaşıyordu.
Eğilip kendime baktığım zaman suya damlayan göz yaşlarım gölün içini acıtan
yalnız ve mutsuz çocuk resmini bir fırça darbesiyle alıp götürüyordu.
Nereden
nasıl anladı bilmiyorum. Ben ona bir kez bile mutsuz olduğumu söylememiştim. Yanına
gittiğim zamanlar, bana asırlar gibi uzun gelen susma payları bırakır, eğer
ikimiz de ormanın çok derinlerinden kopup gelen sahibi belirsiz tatlı bir ses
işitir de ben “Bu ses de neyin nesi?” diye soracak olursam göl sessizliği bozar
ve yine ormanın beni bıktıran, canlı cansız her şeyi ise hakimiyet altına alan canı
çıkasıca büyüsünden bahsetmeye başlardı… göl, hiçbir zaman gerçek bir şey
söylemek istemezdi zaten…
Beni,
içimdeki durağan hayata hapsolmuş gören babam bazen gözlerini üzerimden ayırır
ve kim bilir kafasından neler geçirerek birbirimizin ruhlarını ve kalplerini
bütün çıplaklığıyla gördüğümüz duygusunu uyandırmaya çalışırdı. Bense, babamın
çok acınası görünen bu kıvranışlarını dudağımda sahte bir tebessümle karşılar,
bazen de elimde olmadan gözlerimde beliren bıkkın ve yalvaran bakışlarla def
etmeye çalışırdım. Onu sevmek benim için bir ihtiyaçtan çok bir vazife gibiydi.
Babam sadece ona sahip olduğumu sanır, kendini ara sıra da olsa büsbütün bana
vermek isterdi; ama göl ancak yarısını almama izin veriyordu…
Ne
evi ne ormanı ne kediyi sevebildim sonra… fakat, günler içi boş çuvallar gibi
üst üste yığılmasına rağmen bana bir şey getirmiyordu. Göl, az nüfuslu bir ülkenin
lisanı gibi nazlı ve geçimsizdi. Sözcükleri bana asırlarca arayla verecekti
neredeyse. Yine de bir şey, arkadaşlığımızın eskiyip yıpranmasına engel
oluyordu. Göl, bana arkadaşlık ederken, dost mırıldanmalarla gönlümün aç
inleyişlerini dindirmeye uğraşırken bile bir vicdan muhasebesi yapar gibi ince
hesaplıydı. İşte bu yüzden asmaya gittim…
Bu
gidiş, bana sevgiyle dokunacak bir şeylerin özlemiyle tutuştuğumu canımı yaka
yaka da olsa öğretti ve o zaman anladım ki acı aslında dünyada tektir. Geri kalanlar
sadece onun gölgeleri… peşimde sürüklemekten yorulduğum yüzlerce gölgem vardı;
ama gölgelerime basılmasını istemediğim için de kaçıyordum… Gölden korkmaya
başladığım zamanlar babamın beni sevmekle dokunmak arası gel gitler yaşadığı bir
döneme rastladı. Öyle zamanlar oluyordu ki kalın parmaklı ellerimi ona uzatsam
beni kucağına alıverecekmiş gibi bakıyordu. Umutla kendisine attığım küçük
adımlar nasıl oluyorsa oluyor beni ona değil; bahçeye, şimdi her zamankinden
güzel ve alımlı görünen asmaya götürüyordu.
Evi,
ormanı, kediyi sevmemiştim. Ama, asmayı sevmiştim. İçimden bir ses gölün bana
acıyan yansımalarından sonra, asmanın imrenilecek cesaretinden çok şey
öğreneceğimi söylüyordu. Öğrendim de… Asma bana seneler önce evimizin tüm
neşesini ve hayat belirtilerini alıp götüren kocaman bir gemiden söz etti. Öyle
büyük bir gemiymiş ki, içinde dünya varmış neredeyse. Bacasından tüten kara
dumanlar gök yüzüne ağlayan insanlar, havada asılı kalan mendiller ve
söylenmeyip yutulmak zorunda kalan sevgi sözcükleri çizermiş. İşte bu sevgi
sözcüklerinin birinin sonunda benim adımı görmüş asma.
Annem
söylemiş…
Yine
de bu; babam, ben ve göl arasında akıp giden gerçek dışı yaşama ne bir hız ne
bir hareket kattı. Babamın bana dokunmayan ellerinin pervasızca çekip giden bir
annenin eseri olduğunu ben çok kereler hissetmiştim. Kısa boylu, kalın
parmaklı, iri burunlu olduğum içinmiş gibi kendimi aldatır, böylece ortada
sahipsiz kalıveren bu dramı hiç yaşanmamış sayardım. O gemiyi, babam da, göl
de, asma da görmüştü. Nereye gitti, ne yaptı hiçbiri bilemedi…
Aradan
geçen uzun zaman, babamı kabuğu kırılmaz sert bir şeylere dönüştürürken, ben
üstüme hiç yakışmayan hüzün ve sessizlikleri peşim sıra gelmeyi huy edinmiş
gölgeler olarak görmeye alıştım. Ne evi ne ormanı ne kediyi sevdim. Durup durup
içimde patlayan o tatlı sesi sevmektense gölgelerime sarılmayı, onlarla dost
olmayı seçtim.
Babam
ve ben, ikimiz ne sebeplerle bilinmez, aynı zamanlarda terk edilmiş olmayı
hazmedemeyen iki kırık kalp gibiydik. Bir gün küs, bir gün barış geçip giden
bir defter yapraklarıydı ömrümüz. Yine de bana dokunmamasına kinlenir, onu
nefret ettiğim geminin pis çığlığıyla mazide bir yerde bırakmak için asmaya ya
da göle koşardım. Peşimi bırakmayan gölgelerimin birinde durmaksızın adımı
tekrarlayan güzel bir kadın yüzü görür gibi olurdum ve böyle zamanlarda gölgemi
asmak ister, yüreğimi basan o acımasız yalnızlık hissinden kurtulmak için
debelenmeye başlardım.
Ne
çare… Bu, bırakılmış çocuğun aciz çırpınmaları boşa gider, içeride; çok içeride
kendisine sevgiyle dokunacak bir şeylerin özlemiyle tutuşan zavallı bir ses “Gölgemi
asma! Gölgemi asma!” diye bas bas bağırır dururdu. Hem zaten emindim ki, hangi
birini asarsam asayım, o kadının yüzü başka bir gölgemde yine beni
seyredecekti. Belki bir gün merhamete gelecek, beni gözleriyle değil, elleriyle
sevecekti… Kim bilir?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder