Yalnızca bir
gezinti sandı bunu. Şöyle bir bakıp gidecekti ona kalsa. Aşağı indi. İnerken
gökkuşağının en asil rengine elini verdi. Hiçbir şeye yaslanmadı. Önce sağ ayağı
sonra sol ayağı değdi yere. Şiddetli bir kapı çarpması sesi işitildi. Gözlerini
kısarak etrafına bir kere baktı. Tam bir çember çizmeden baktı. Gördüklerini
pek sevmedi. Bir şey demedi.
Onu almaya
kimse gelmedi. Çok yabancı hissetmiyordu. Daha önce birkaç kere bulunmuştu. İlk
defa kaybolmuyordu. Yine de anne serçelerin yuvalarını çok yükseğe yapmasını
istemiyordu. Düşenler ölenlerdi. Aniden bir deniz kapladı içindeki boşluğu.
Boşluk. Sevmediği bir kelime, alışmadığı bir gerçekti. Sevimli sessizlik yerini
hırçın bir gürültüye teslim ediyordu. Kulaklarını tıkadı. Yine duyuluyordu.
Kaçmak istemedi.
Korkmuyordu. Uzaklaşmak istedi sadece. Daha sessiz bir yer olmalıydı elbette.
Daha temiz yerler. Birine sorsa mıydı? Soramazdı. Kiminle geldiysen onunla git
diyeceklerdi. Nasıl geldiysen öyle git. Dost canlısı yüzlere rastlayamadı
zaten. Gürültü çoğalıyor, kalabalık büyüyordu.
Hızlandı. Korkmuyordu. Telaşlıydı biraz. Sanki tanımakta gecikmişti burayı. Akşam olursa ve geceye burada yakalanırsa kimlik gösteremezdi. Bilmediği bir acıda hak etmediği bir cezaya sürülmek istemezdi. Biraz daha hızlandı. Rüzgar geldi ve basınçlı bir dur ihtarı verdi. Yavaşladı... Yavaşladı... Yavaşladı... Durdu. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Bir mucize değilse de küçük bir iyilik bekledi. Gelmedi.
Hızlandı. Korkmuyordu. Telaşlıydı biraz. Sanki tanımakta gecikmişti burayı. Akşam olursa ve geceye burada yakalanırsa kimlik gösteremezdi. Bilmediği bir acıda hak etmediği bir cezaya sürülmek istemezdi. Biraz daha hızlandı. Rüzgar geldi ve basınçlı bir dur ihtarı verdi. Yavaşladı... Yavaşladı... Yavaşladı... Durdu. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Bir mucize değilse de küçük bir iyilik bekledi. Gelmedi.
Herkes hala
her yerde. Renkli mi renkli insan yüzleri parlak mı parlak şehir ışıkları hızlı
mı hızlı güç arabaları her yerde. Dünyanın bir parçası ama hangi parçası? Dünyanın
alev katmanları mı yoksa buzul parçaları mı? Yoksa sadece ekvator mu? Daha önce
de bulunmuştu ama bu kez büyük kaybolmuştu. Kimseye soramıyordu.
Birilerine
çarpa çarpa yürümeye başladı. Sendeliyordu. Beynine çivi gibi çakılan acelenin
buyruklarına uyuyordu. Tam o sırada ayağı bir şeye takıldı, hızı kesildi. Yerde
kirli elbiseler içinde bir tinerci uyuyordu. Ya da ölmüştü öylece yatıyordu. Ayağının
ucuyla yokladı. Ölü tinerci rahatsızca öksürdü. Üstünden atlayıp yoluna devam
etti. Bu kez biraz korkmuştu.
Hala her şey
çok dağınıktı. Kalabalık eksilmiyor karanlık çoğaldıkça çoğalıyordu. Sesler
tahammül edilmez boyutlara ulaşıyordu. İçindeki deniz çekildi gitti. Yine
boşluk kaldı. Nefes nefese bir sükunet kolluyordu. Hiç değilse geceyi devirecek
bir kenar veya köşe bulmak istiyordu. Huzursuzca bakınıyordu. Ona çarpanlar ve
onun çarptıkları sinsice gülerek geçip gidiyordu.
Herkes her
şeyin ayrımında yaşıyordu demek ki. Yabancılar bu dünyada istenmiyordu. Sahi
niye gelmişti? Onu kim getirmişti? Güvenle uyuyabileceği bir yer bulunca,
derhal düşünecekti.
Çok ama çok
büyük bir taş düştü önüne. Sadece bir parça daha geriye düşseydi onu tuzla buz
edebilirdi. Çok ama çok şiddetli bir sesle, çok ama çok yoğun bir toz bulutuyla
önüne düştü. Neyse ki üstüne değil. Biraz daha korktu. Biraz daha hızlandı.
Biraz daha kızdı. Kendine, insanlara, taşlara.
'Kimse yok
mu?' diye fısıldadı. Niye böyle söyledi, anlayamadım. Başını yorgunca salladı
ve yürümeye devam etti. Herkes vardı. Niye kimse yok mu diye soruyordu? Parmak
kadar bir serçeye takıldı gözü. Başı kim bilir hangi sokak kedisinin ağzında
gezen. Eğildi. Minicik gövdeyi aldı. Ceketinin cebine koydu. Anne serçeye bunun
hesabını soracaktı.
Birileri iç
çekiyordu. Gökyüzüne değen taş evlerin içinden hıçkırıklar yayılıyordu. Yine
yas dedi. Yaslanmak istemedi, koşup kaçmak istedi.
Ruju ruhuna
bulaşmış metal bir kadın yanaştı o sırada. 'Afedersiniz' diye bir cümleye
başladı. Çok şehvetle çok yakışıksız sözler dökülüyordu dudaklarından. Öylesine,
geldiği yerde öğretildiği gibi yaparak hepsini sonuna dek dinledi. Bir şey söylemesi
gerektiyse de söylemedi. Rujunuz ruhunuza bulaşmış silin onu da demedi. Kenarından
yürüyüp gitti.
Şimdi
geceydi. Şimdi korkular başlangıcı gerçek hükümran. Bir yumak gibi birbirine
geçmiş ipleri ve başlarıyla insan silüetleri. Kir tutmaktan parlamaya mecali
kalmamış camekanlar. Yerlerde çiğnenmiş ve hala çiğnenmekte olan kalp parçaları.
Elinden gelse hepsini toplayacaktı. Ama şimdi geceydi. Yapamadı.
Herkes gibi o
da o parçalara basa basa ilerledi. Gözleri kendisinden daha büyük kirli saçlı
bir kız çocuğu yürüyordu yanında. Duruyorsa duruyordu, korkuyorsa korkuyordu,
bakıyorsa bakıyordu. Gecenin siyah başlangıcına rağmen güzel çocuktu. Hem hiç
ağlamıyordu. Gelebilirdi. İstediği yere kadar yürüyebilirdi.
Kan kokmaya
başlamıştı her taraf. Kör kuyular ebedi konuklarıyla dolup taşmaktaydı. Belki
de nereden niye getirilip bırakıldığı bilinmeyen başkaları da vardı. Onları mı
bulmalıydı? Henüz uyuyacak bir köşe bulamamışken… İmkansızdı. Kız çocuğu bazen
başkasının gölgesi gibi anlamsız kederlere bürünüyordu. Bu çocuk elbette ki
yağmur seviyordu, anneler taramadığı için o saçları ve eller dokunmaktan
tiksindiği için marazlığına. Yağmur anne ne iyiydi.
Artık kendini
değil, bu yitirmiş ve yitirilmiş çocuğu düşünüyordu. Onu bir çatıya bırakabilse
sokakta da uyurdu. Aslında daha önce birkaç sefer bulunmuştu. Ama bu kez fena
kaybolmuştu.
Bu halde
yürüdüler... Yürüdüler... Yürüdüler... Dünyada kaybolmuş iki boşluk gibi
suskunca. Aramaya neresinden başladılarsa bir daha kayboldular. Hiçbir işe
yaramadı yardım istekleri ve hiç kimsenin dikkatini çekmedi kelimeleri. Çocuk,
koskoca dünyanın ortasında milyonlarca insanın içinde kirleriyle büyüdü. Yağmur
anne bazen gelip sevdiyse de ona yetmedi. Bir gün gerçekten kirlendi ve artık
yağmur anneyi istemedi. Hiç kimsenin yanında yürümek istemedi.
O, çaresiz
bir gölgeye bile el uzatmamış tuhaf varlıkların ortasında hala ilerliyordu. Koskoca
dünyanın tam ortasında, aramaya ne zaman neresinden başlarsa bir daha
kayboluyordu. Yorgundu. Üşümüştü. Sıkılmıştı. Çok susmuştu. Çok susamıştı. Cebinde
başsız bir serçe yavrusuyla aranıyordu. Anne serçe ortalarda yoktu. Gökkuşağı
ortalarda yoktu. Tanıdık hiçbir şey ve hiç kimse ortalarda yoktu.
Sesler,
ayaklar, başlar, ışıklar, arabalar, kahkahalar, iç çekmeler, taşlar, ölü
tinerciler, çocuklar, çocuklar, gözleri kendinden büyük kız çocukları,
rüzgarlar, yağmurlar, fırtınalar, geceler, eller, bilekler, ceketler, ağaçlar,
boşluklar, denizler, banklar, direkler, gözler, dudaklar, içkiler, sevişmeler,
bıçaklar, silahlar, balonlar, tabelalar, kağıttan kuşlar, kartondan evler,
betondan yalnızlıklar, göçler, talanlar, yalanlar, her şey her şey her şey
vardı. Tanıdık hiçbir şey ve hiç kimse ortalarda yoktu.
Daha önce de
bulunmuştu. Bu kez fena kaybolmuştu.
Hayatı kayıp bitti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder