Köşe başındaki simitçi insanın iştahını
kaçıran tiz sesiyle “Çıtıırr!” diye bağırmaya başlayınca en sıradan
sayılabilecek bir güne uyanmıştım. Kuzeyden esen ince yel, ruhumu bir anne eli
gibi hafif dokunuşlarla seviyor, eteklerimde oynaşan çer çöp pek hoş olmayan
kokusunu bütün evlere kardeşçe dağıtıyordu. Sokaklarım ıslak, yollarım
çamurluydu hala. Bense kurumaya yüz tutan yamaçlarıma bakıp bu halimle nasıl da
zarif göründüğümü düşünüyordum.
Yağmur bana yakışıyordu.
Yarım
bıraktığım uykuma geri dönmek istemediğim için usulca silkindim. Havada uçuşan
nisyan tozlarına bakarken tepemde boydan boya beliren gökkuşağını fark ettim.
Vücudumda asırlar öncesinden kalma zafer kalıntılarıyla beraber varlığını her
gün daha da hissettiren aç çırpınışlar yaşıyordu. Martı çığlıklarıyla haşır
neşir olmuş kulaklarım büyük aşkların türküsüne nicedir aşinaydı.
Sol yanıma baktım. Güneş doğmuştu çoktan.
Bütün ışıklar benim yüzümü güldürebilmek için uğraşıyordu. Mutlu değildim evet.
Koynumda bir yılanlar zinciriyle beraber kahpeliğin kıyısında çürümeye terk
edilmiş bir kulübeye benziyordum. Tarihin padişahı bendim; ama bitleri etrafa
yayılan itlerle koşuşturan parmak kadar bebelerin yazgısını değiştiremiyordum.
Bana bu kara bulutlarla çepeçevre sarılmış
fena düşünceler, işte o pazartesi akşamından kaldı zaten.
Sisliydim. Yağmurluydum. Çehreme kazınan
karanlık beni de ürkütmeye başlamıştı. Fethedilmiş ve terk edilmiştim; ama yine
de en güzel şarkı benim eteklerime yazılmıştı.
Güzelliğinde henüz kirlenmemiş bir çocuğun
beyazlığı, tazeliğinde ilk çiğ tanesinin kalbe dokunan umut dağılışı, ruhumu
kemiren kuşkulardan azade, avucundaki kağıt parayı sımsıkı tutuyordu. İnanın
bana, zalim avcıyı çıldırtan böyle şahane adımlarla ancak bir ceylan
sekebilirdi.
Bir okyanusu andıran uzun saçlarını her
savuruşunda tenimin duvarlarını yerle bir eden iç kıpırdanışlarımı biri duyacak
diye ödüm kopardı. Güzeldi işte. Geçtiği her yeri kasıp kavuran hızına
erişilmez bir fırtına gibi güzeldi.
O kasvetli hava sarmıştı her yanı. Kara
bulutlar ağlamakla ağlamamak arası bir hüznün esiri, semada tespih taneleri gibi
sıralanmış, alt dudağı sarkık bir çocuk edasıyla yağmur damlalarının yere
düşmesini seyrediyordu. İnsanoğlunun ayak bastığı topraklarda, insanlıkla
kirlenen sular, mermi hızıyla yokuş aşağı süzülüyor, asfalt bu davetkar; fakat
tehlikeli görünümüyle fazlaca kırmızı bir kadın dudağını andırıyordu.
Ben ne yana bakarsam bakayım onu görmeye
mahkumdum. Bende büyüyüp serpilen en nadide çiçekti o…
Çamurlu ayakları ve hiç yitirmediği taze bahar
kokusuyla bakkala girdiği vakit, diri vücuduna saplanıp kalan iştahlı
bakışlardan nefret ettim. Bana yağmur yağıyordu. Belki de hayatın herkesi teğet
geçtiği kör bir akşam vaktinde yağmaması gerekiyordu; ama yağıyordu işte.
İş miydi bu şimdi? Ersiz, başsız kalmışlığın
acısı ve bu önüne geçilmez yalnızlık duygusuyla yağmurlu bir pazartesi akşamı
ekmek almaya çıkmak… Bunda bir yanlışlık olmalıydı.
-Hoş
geldin sultanım! derken otuz iki dişini birden gösteren Hacı Süha şerefli
mazime damlayan çıkmaz bir leke gibiydi. Uçlarına ayran bulaşmış bıyıklarıyla,
üstü karalanmış bir küfür cümlesini andırıyordu. Tükürdüm o bıyıklara içimden.
Gülsüm her zamanki tatlı tebessümüyle baktı karşısındakine. Ama o an “Bu kim?”
deseniz bilmezdi herhalde. İnsana insan olduğu için böyle tatlı bakardı o.
Ekmeğini alıp kapıdan çıktığı zaman da arkasındaki aç köpeklerin arsız
uluyuşlarından hiç haberi olmazdı.
Yüzünde, karşısında düğme iliklenecek bir
geçmişin mağrur bakışları okunuyordu. Alnı hassas yüreğinin çılgın atışlarına
karşı koyamamış gibi düşünceli bir sessizliğe bürünmüştü sanki. Kaşları, en
mutlu olduğu anlarda bile tebessümünü ört bas eden bir ifadeyle çatılıp
kalmıştı alnına. Şakakları hain parlayışlarla yılların geçişini hatırlatan tek
tük aklarla süslenmişti.
Bütün bu detayın içinde ise dudakları tarifi
mümkün olmayan bir asaletle bana bile meydan okuyordu.
Dudakları… Ah o dudakları…
Yüzünde
bir günah gibi duruyordu. Bana yağmur yağıyordu. Biliyordum, yağmur bana yakışıyordu.
Ama, yağmakla bitecek gibi de değildi. Öyle
büyük öyle sonsuzdu ki içinde çığrından çıkmış keder, insana hükmeden amirane
bakışlarıyla kaçınılmaz bir idam gibi görünüyordu.
Zaten
en iyisi bir an önce eve dönmekti.
Adımlarını sıklaştırdı Gülsüm. Ondaki yaşama
gücünü yağmur bile hissetmişti de, beni darmaduman ederken onun saçının teline
bile değmemişti. Güzeldi. Verimsiz topraklara bakıp içlendiği zaman sanki her
taraf yeşillenecekti. Sanki yeniden sevdalanıp ağlayacak olsa bütün aşıklar
kavuşacaktı. Ölüm öldürmeyecekti sanki o nefes aldığı sürece…
Anahtarı kilitte iki kez döndürdü. Kapıyı
açtı. İçeriye yağmur kokusu dolmuştu. Bu kokuyu seviyordu…
Ben topraksız ve ağaçsızdım. Evlerle,
yollarla, iş hanlarıyla, sahte ışıklarla çepeçevre kuşatılmıştım. Yağmur kokusu
ise Gülsüm’ü bilmediği, görmediği başka bir yerlere, yeşil ve sonsuz diyarlara
götürüyordu. Kalbi mevsimsiz bir rüzgar gibi dağınık belki biraz da hırçın,
vurup duruyordu içinin şeffaf bayırlarına. Dikkatle bakacak olsanız onda sönmek
bilmeyen bir ateşin yağmur damlalarıyla
ıslanıp daha şiddetli parladığını görebilirdiniz. Kendinden korkmasa
gözlerinden yanaklarına süzülen gözyaşlarına dokunacak hatta belki onları
silecekti. Tereddütler içinde yürüdü aynaya doğru. Başı öne eğikti. Sanki
azıcık cesaret edip aynaya baksa devirdiği acıların sitemli suretiyle yüz yüze
gelecekti. Sanki suskunlaştığı bütün saatler, savurduğu kahkahalar, önünde
eğilmediği acılar ve bitimsiz yalnızlığı bir araya gelip onu durmaksızın
korkutacak bir canavara dönüşecekti.
Kahretsin! Kahretsin ki zordu direnmek bir
başına hele de yol adım başı uçurumken…
Aynaya bakamadı. Derin bir nefes alıp düşündü.
Dışarıda olabildiğince hızlı adımlarla kimseciklerin nereye olduğunu bilmediği
bir yolculuk sürüp gidiyordu. Zaman rüzgar kanatlarıyla çılgına dönmüş semada,
ardına bile bakmadan yürüyordu. Zaman
bütün insanlara sahte de olsa kahkahalar bırakmıştı. Küçük de olsa umutlar,
eski de olsa aşklar bırakmıştı giderken.
Gülsüm’e ve bana kalan yağmurdu.
Bahçe kapısının sağında heybetle göğe uzayan
ağaçtan tutun da Sarhoş Arif’in çamaşırcı karısına kadar her şey ve herkes onun
güzelliğinin sihrine kapılmıştı. Kocası öleli neredeyse iki yıl oluyordu; ama
ben şahittim.
Gülsüm gençliğin ve güzelliğin bütün karşı
konmaz şehvetine rağmen bir bakireden farksızdı. Gülsüm temizdi.
Üşümüş, ürpermiş gövdesiyle yatağa uzandı.
Alnında kutsal bir ateş gibi yanıyordu dünya. Yanıp yanıp küllerinden doğuyordu
bir daha. Hücrelerini çaresi olmayan bir illet gibi kasıp kavuran dert
gözlerine derin uykuları da haram etmişti.
-Ya
şimdi ne yapacağım? dedi kendine. Bu gereksiz sorudaki her bir harfin dağılıp
başka yönlere gidişini seyretti. Harfler bir başına kalınca o kadar anlamsızdı
ki… Hüzünlü titreyişlerle üstüme çöken karanlık, soylu bekleyişime inat bu
denli erkenciydi. Bana hala yağmur yağıyordu. Gittikçe şiddetini arttıran
damlalar dokunulmazlığımı umursamayan kiralık katiller gibiydi. Satılmış elleri
ve haysiyetsiz parmakları sırtıma sırtıma sivri bir hançer ya da kalbimin tam
ortasına kör kurşunlar saplamak için her an hazırdı.
Akşam üstüydü. Yoksulluğuna yaslanıp
korkulardan yapılmış evinde tavşan uykusuna yatan o güzel kadını seviyordum.
Yalan değil. Ne yana bakarsam bakayım onu görmeye mahkumdum. İşte bu yüzden
çirkefinden haberdar olmayan küflü ellerle onlar aşkın bekaretini kirlettiği
vakit ben şahit olmalıydım. İnanın haklısınız. Ağlıyordum da. Gördüm
sanıyorsunuz, oysaki görmedim. Gülsüm uykudaydı. Gözlerini tabut gibi örten nazlı
kirpikleri nemliydi biraz. Düzenli aralıklarla işleyen nefesi içimi
ürpertiyordu. Soluk alışverişi bile hayallere düşürecek kadar dişiydi. Bundan
sonra tek hatırladığım gök gürültüsü gibi kulağımda patlayan o çirkin ses.
Belki kapıyı tekmelediler, belki camı kırdılar, belki sarhoştular belki
değildiler bilmiyorum. Görmedim işte. Görmedim diyorum anlamıyor musunuz? Ben o
sıra kırık kanadını sürüyerek caddenin karşısına geçmeye çalışan serçeciğe
bakıyordum. Yarı yolda pat diye
düşüverse üstüne kapanacaktım. Hem sonra arı kovanı gibi işleyen akşam
trafiğindeydi kulaklarım. Üşümüştüm. Çok ıslanmıştım. Kendime bir hırka
arıyordum. Kötü kokmaya başlamıştım. Yenilenmeliydim…
Görmedim yemin ederim. Ona bakmak aklıma
geldiği zaman ipin ucunda çamaşır gibi sallanan cansız vücuduyla
karşılaşacağımı bilemezdim ki. Hırpalanmış, örselenmiş, yarı çıplak vücuduyla…
Gülsüm’ü kirletmişlerdi. Benim bile günden
güne azalan namus inancıma tokat gibi inen el değmemişliğini zorla, ayıpla kirletmişlerdi. Kimler mi?
Bilmiyorum. Görmedim. Tebessümü dudağının kenarına kıvrılıp kalmıştı evsiz bir
kedi gibi. Ölüm bile silememişti onu.
Yaşamak mı? Hayır. Kirletilen vücudunun asla
arınmayacağını bilerek giremezdi banyoya. Rüyada bile olsa çıkamazdı karşısına
sevdiği ve yitirdiği adamın. Yüzüne bakamazdı. İnanın ki görmedim. Süha mı?
Hayır, bilmiyorum. Gölgelerini bile görmedim. Belki… Kim bilir… Arif? Yok,
olamaz. Yani gerçekten de görmedim.
Ahmet, Yaşar, Muhlis… Artık ne fark eder ki… Gülsüm’ü kirlettiler. Gülsüm
kendini temizledi.
İşte bu fena düşünceler o pazartesi akşamından
kaldı. Sisliydim. Yağmurluydum. Çehreme kazınan karanlık beni de ürkütmeye
başlamıştı. Fethedilmiş ve terk edilmiştim. Ama yine de en güzel şiir benim
yağmur kokan yamaçlarıma söylenmişti.
Neden mi? Sevdiğim kadını yitirmiştim.
Gözlerimin en sevdiği oyuncağı yitirmiştim. Bende büyüyüp serpilen en güzel
çiçeği yitirmiştim.
Onun için ağlıyordum.
BEN,
İSTANBUL.
ZAMANIN
SAYGINLIĞINI YİTİRDİĞİ BÖYLE VAHŞET AKŞAMLARINDA , ÖLÜMÜN KOL GEZDİĞİ DEV
KALELERİMLE SIĞINMASI MUHTELİF BİR
UYKUNUN DEHLİZLERİNDEYDİM.
KATİLLER
UMARSIZ ADIMLARLA SOKAKLARIMDA GEZİNDİĞİNDEN, TÖHMET ALTINDA KALMAMAK İÇİN DAHA
FAZLA KONUŞMAYI REDDEDİYORUM…
Sevdiğimiz ve değer verdiğimiz her şey böyle katledilmeye mahkum mu? :((
YanıtlaSilZevkle okudum.çok güzel,kalemine sağlık,hüzünlendim de biraz tabii..
YanıtlaSilne güzel yazmışsın uzaklara dalmama sebep oldu ellerine sağlık
YanıtlaSil