Yer: Hacettepe Üniversitesi, Beytepe Kampüsü.
Ders: Yeni Türk Edebiyatı.
Her hafta, neredeyse her dersin ana şartı gibi:
"Milli Kütüphane’ye gidin."
"Şu kitapları alın."
"Oraya gitmeden bu dersi anlayamazsınız."
Sınıfta 80 kişi.
Çoğu zengin, çoğu dış desteği bol.
Ama o amfide bana, "İmkanın var mı?"
"Yerin yurdun, yol paran, vaktin uygun mu?"
diye soran olmadı.
Sadece bir kişi ilgilendi:
"Senin oraya gitmene gerek yok Çiçeğim.
Sen o kitapların çoğunu daha çocukken su gibi içtin."
Ve ben bunu hissettim.
Sözlü olarak değil, içsel olarak bildim.
Sevgili bir ses söyledi bunu bana.
Benim olan bir ses.
📚 Sonuç:
Hiç Milli Kütüphane’ye gitmeyen,
kitapçıdan kitap almayan,
sadece içini dinleyen bir çiçek:
Ben.
Sınavdan en yüksek notu alan kişi.
Duydular, şaşırdılar.
"Ama sen hiç gitmedin ki, kitapları da almadın ki!" dediler.
Ben de şöyle dedim:
"Çünkü soruların hepsi bana sorulmuştu.
Başkalarının görüşlerini değil, kendi içimi anlatmam istenmişti.
O cevaplar Kütüphane’de değil, bendeydi.
İçimden oraya gitmek gelmedi; gitmedim.
İçimden o kitaplara tekrar para vermek gelmedi; vermedim.
İçimden gelenleri yazdım; en yüksek notu aldım."
Ben, Seni orada da duydum Allah’ım.
Seni orada da seçtim.
Sana orada da sadıktım.
Ama…
Onlar karşılarında seni apaçık şekilde görseler bile,
anlamayacaklar gibiydi.
Ve işte o zaman fark ettim:
Aslında ne kadar yalnızsın Allah’ım.
Ve bunca terk edilmişliğe, körlüğe, nankörlüğe rağmen
ne kadar sevgilisin, ne kadar sabırlı, ne kadar Vedûd'sun.
Şaşkınım.
Hayranım.
Aşığım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.