Benim adım Ziya. Rabbimin ayaklarıma serdiği o ebedi
cennetin kucağından sesleniyorum size. Duyuyor musunuz?
Ölüm duman gibiydi. Kör etmişti gözlerimizi. Nice ateş
topunun altında iki adımlık bir yerimiz vardı nefes almak için. Ciğerlerimize
çektiğimiz hava tepeden tırnağa karbondioksitti sanki. Savaş, huysuz bir çocuk
kadavrasıydı. Ne yapsak ne etsek toprağa düşen her kovanda yeniden doğuyordu.
Ben on altı yaşımdaydım. En güzel çağınızda sizin.
Gözlerimi alabildiğine açar, akşamları hüzünlü bir çizgi gibi kaybolan siyah
ufka bakardım. Çatısı çökmüş evler doluşurdu beynime ve kadere küstüren
bakımsız toprak damlar… An gelip gururla an gelip öfkeyle anımsardım
çocukluğumun bitip olgunluğumun başladığı yaşımı…
Yaşımın on altısını.
Hep geceydi. Yoksulluğumuz ve çaresizliğimiz kadar
amansız bir ay parlıyordu gökte. Aynı rüzgarda savrulan birer yapraktık
hepimiz. Aynı ateşte parlayan birer kıvılcım. Ve birer umut aynı yüreğin
koynunda sabahlayan. Kerpiç duvarların ardından yükselen feryatları
işitmediğimiz gece yok sayılırdı. Acıya doygun bir çözeltinin muaflığıyla
yumardım gözlerimi. Gece beni kuşatsın, karanlığın en gizemli noktasında
sonsuzluğa karıştırsın isterdim. Ve kadınlarımızın boşluğa yayılan hıçkırıkları
beni kavganın tam ortasına davet ettiği vakit, acımızı sessizce seyreden kerpiç
duvarları yıkasım gelirdi. Öfkeyle, inançla harmanlanan yüreğimle beraber
insanlarımın dinmeyen gözyaşlarının ve düşman ayakların lekeli postallarıyla
kirlenen toprağımın hesabını sormak için koştum cepheye. Ve yemin ettim. Yemin
ettim ki bu ayaklar bu topraktan çekilip gitmedikçe on altı yaşımın hayrını
görmeyecektim!
On altı kurşun yemedikçe ölmeyecektim, ölmeyecektim,
ölmeyecektim!
Benim adım Ziya. Rabbimin ayaklarıma serdiği o ebedi
cennetin kucağından sesleniyorum size. Duyuyor musunuz? Siz, anne kucağı kadar
şefkatli vatan toprağında umudun en kıdemlisini yaşayın diye mağrur bir yıldız gibi kayıp gittim usulca gökyüzünden. Siz, mahvolmuş bir tarihin haritasında
silinmeyin diye parçalandım Çanakkale’de. Ölüm, yakışıklı bir Anzak süvarisi
kılığında çıktı karşıma. Ve on altı yaşımda yitirdiğim gençliğimi, siz zamanın
önünde eğilmeyin, anavatanda yaşamanın sevincini ihtiyar bir çınarken de
taşıyın diye sundum kana susamış bakışlarına.
Çanakkale’ye gidin! Sağ kolumu bıraktığım o yerde
mütevazı tebessümünü göreceksiniz yarım kalan ömrümün. Onun beş adım ilerisinde
sol bacağımı. Yeltenmeyin, kotaramazsınız zalimce parçalanmış bedenimi. Nerede
olduğunu bile bilmediğim gözlerimi yeniden açamazsınız doğan güneşe. Beni
yaşatamazsınız!
Benim adım Ziya. Gecenin kuytusunda yetimce ölen Ziya.
Ölerek yaşattığım, kanımla yeşerttiğim bu kutsal memleketi ne hale
getirmişsiniz Yarabbi! Ne hale getirmişsiniz dünyaya “Çanakkele geçilmez!”
dedirten o yüce tılsımı. Zevkin, sefanın avuçlarında kirlenin diye ölmedim ben.
Kalbinizden inancın kökünü kazıyıp yalan mutluluklar yaşayın diye ölmedim ben.
Uykunun tatlı kollarında bir ömür geçirin diye ölmedim ben. Bir kenara çekilip
yurdumu baştan ayağa kuşatan yangınları seyredin diye ölmedim ben. O yaşanası
yurdu, anamın ak sütü gibi helal, dayımın kesik başı kadar kutsal o toprağı
ezilmişliğin suskunluğuyla ve anlamsız bakışlarıyla kör gözlerin dağıtın,
parçalayın, kirletin diye ölmedim!
Benim adım Ziya. Rabbimin ayaklarıma serdiği o ebedi
cennetin kucağından sesleniyorum size. Duyuyor musunuz? Çanakkale’de öldüğüm
vakit on altı yaşımdaydım. En güzel çağınızda sizin. Gel de gör uğruna
tükendiğin memleketin halini.
Neredesin bir Anzak mermisiyle toprağa düşen gençliğim?
Neredesin kesik başım?
Neredesin on altı yara alıp biten on altı yaşım?
Neredesin…
Fidan Güler/14.03.2005
Not: Görsel alıntıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.